31 Temmuz 2013 Çarşamba

ALLAH'ım bana salih kullarına verdiğinin en faziletlisini ver duası?


Sa’d bin Ebî Vakkâs (ra) şöyle anlatır:

“Rasûlullâh aleyhissalatü vesselam, bize namaz kıldırırken bir kimse geldi. Safa girince: “Allâh’ım, bana sâlih kullarına verdiğinin en fazîletlisini ver!” diye duâ etti. Peygamber Efendimiz namazı bitirince: “Az önce duâ eden kimdi?” diye sordu. O zât: “Bendim yâ Rasûlallâh!” dedi. 

Allâh Rasûlü (asm): “Öyleyse atın çökertilecek ve Allâh yolunda şehîd edileceksin.” buyurdu. (Hâkim, Müstedrek, 1/325/748; Heysemi, Mecmauz Zevaid, 5/295)

Peygamber Efendimiz, ashâbından bâzılarının şehit olacağını önceden müjdelediği gibi, savaşa giderken hakkında Allâh’tan rahmet ve mağfiret dileyip duâ buyurduğu ashâbı da şehâdet rütbesine nâil olmuşlardır. 

Nitekim Peygamberimiz, Âmir bin Ekvâ’ya da aynı şekilde duâ buyurmuş, kısa bir müddet sonra o, Hayber’de şehîd düşmüştür. (Müslim, Cihâd, 123, 132)

Efendimiz’in duâlarındaki mağfiret talebinin, şehîd olmak sûretinde gerçekleşmesi, şehâdet mertebesinin ne kadar yüksek bir makâm olduğunun bir delîlidir. 

Peygamber Efendimiz’in duâsının bu şekilde netîcelendiğini gören ashâb-ı kirâm da bu duâları şehîdlik müjdesi olarak telâkkî etmişlerdir.

Peygamber Efendimiz (asm), bir gün Hz. Ömer’in üzerinde bir gömlek görmüştü: “Bu gömleğin yeni mi yoksa yıkanmış mı?” diye sordu. Hz. Ömer: “Hayır yeni değil, yıkanmış gömlektir yâ Rasûlallâh!” deyince, Peygamberimiz: “Yeni giy, hamd ederek yaşa, şehîd olarak öl!” buyurmuş (Ahmed, Müsned, 2/89), böylece Hz. Ömer’e şehâdet müjdesini de vermiş oluyordu.

Yine bir gün Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osmân ile birlikte Uhud Dağı’na çıkmıştı. O sırada dağ sarsılmaya başladı. Âlemlerin Efendisi ayağıyla yere vurup şöyle buyurdu: “Sâkin ol ey Uhud! Senin üzerinde bir peygamber, bir sıddîk ve iki şehîd vardır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18)

Bu hadisler, aynı zamanda Peygamber efendimizin gelecekten verdiği haberlerden olup, onun Allah’ın Elçisi olduğunun delillerindendir.

Rasûlullâh Efendimiz, her müslümanın şehîdliği arzu etmesi gerektiğine işâret ederek şöyle buyurmuştur:

“Allâh Teâlâ’dan bütün kalbiyle şehîdlik dileyen bir kimse, yatağında ölse bile, Allâh ona şehîdlik mertebesini ihsân eder.” (Müslim, İmâre, 157; Nesâî, Cihâd, 36)

“Şehîdliği gönülden arzu eden bir kimse, şehîd olmasa bile sevâbına nâil olur.” (Müslim, İmâre, 156)

Bununla birlikte Allâh Rasûlü bir kısım insanları da şehîd hükmünde kabûl etmiştir:

"Allâh yolunda öldürülen şehîddir; Allâh yolunda ölen şehîddir; bulaşıcı hastalıktan ölen şehîddir; ishalden ölen şehîddir; boğularak ölen şehîddir.” (Müslim, İmâre, 165; İbn-i Mâce, Cihâd, 17)

"Malı, kanı, dîni ve âilesi uğrunda öldürülen şehîddir". (bk. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îman, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 28-29; Tirmizî, Diyât, 21)

Şehîd olmak, hakîkatte ölmek değil, bizim farkına varamadığımız bir hayat keyfiyeti içinde ebedî nîmetlere mazhar olmaktır. Bu bakımdan Allâh Teâlâ şehîd kulları hakkında “ölü” denilmemesini emretmektedir:

“Allâh yolunda öldürülenlere «ölüler» demeyiniz. Bilâkis onlar diridirler, lâkin siz farkında değilsiniz.” (Bakara, 2/154)

“Allâh yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler! Allâh’ın lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir hâlde Rableri yanında rızıklara nâil olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku olmadığını ve kendilerinin üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler. Onlar, Allâh’tan olan bir nîmeti, bolluğu ve Allâh’ın, mü’minlerin ecrini zâyî etmeyeceğini müjdelerler.” (Âl-i İmrân, 3/169-171)

Bu bilgiler sorularlaislamiyet.com sitesinden alınmıştır.

Mezar taşına yazı yazmak caiz mi?


Ölen kişinin defnedildiği yerin kaybolmasını önlemek için, israfa varmamak şartıyla basit bir mezar yaptırılmasında dinen bir sakınca yoktur. Buna karşılık, kabirlerin yükseltilmesi, üzerine kubbeli binalar yapılması, taşına övücü veya kaderden şikayet edici sözler yazılması dinimizce yasaklanmıştır. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s.) kabirler üzerine bina yapmayı onları çiğnemeyi ve üzerlerine yazı yazmayı yasaklamıştır (İbn Mace, Cenaiz, 58).

Ayrıca mezar için yapılan harcamaların, ölü ve diri için hiçbir yararı bulunmadığından, büyük masraflar yaparak mezar yaptırmak israftır, israf ise haramdır.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

mezar taşına yazı yazma caiz mi, mezar taşına yazı yazma haram mı, mezar taşına güzel söz yazma, 

İdarecilere, yöneticilere sövmek caiz mi?

Ebu Ümame'den (ra) nakledildiğine göre; Eimmeye(müslümanları yönetenlere) sövmeyiniz, onların ıslah olmaları için (ALLAH'a) dua ediniz. Çünkü onların ıslah olmaları, sizin ıslahınızdır. (Taberani, el-Mu'cemu'l-Evsat, II, 169, Hadis No: 1606.)
Müslümanlar, nerede olursa olsun İslamiyeti yaşamakla görevlidir. Müslüman yöneticilerin İslamiyete aykırı olmayan emir ve yasaklarına uymak durumundadırlar. Hadiste geçen "Islah olmaları için dua ediniz." ifadeleri, İslamiyete aykırı tutum ve davranışları olursa, onların bu hatalarından dönmeleri ve sonuçlarını düzeltmeleri için Allah'a dua ediniz anlamındadır. "Onların ıslahı, sizin ıslahınızdır" demek ise şöyle izah edilebilir: idareciler İslam dininin temel emir ve yasaklarının dışına çıkarak hata yaptıklarında bunun etkisi halkın üzerinde görülecektir. Yani halk arasında sıkıntılar ve bozgunculuklar baş gösterebilecektir. Ama halkın Hakk'a duasıyla yöneticiler bu hatalardan dönerler ve kendilerini düzeltirlerse, bu sayede halk da bozgunculuğa, fesada ve sıkıntıya maruz kalmaktan kurtulur. 
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

ALLAH'a ve dinine küfür edenin hükmü nedir?

Allah'a, Peygamberlerine, Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, -haşa- küfr etmek, sövmek, ihanette bulunmak veya bunlardan birini hafife almak küfürdür.

  Böyle bir söz ve davranışta bulunan kimsenin derhal tevbe istiğfarda bulunup nikahlarını yenilemeleri gerekir.

Şayet Allah'a yapılan küfür, inançsızlık nedeniyle değil de dil alışkanlığı sebebiyle öfke anında ortaya çıkmışsa, bu sözünüzle dinden çıkılmadığı gibi, eşler arasındaki nikah da bozulmaz. Çünkü burada maksat dini değerlere küfretmek olmadığı gibi söyleniş anı da sağlıklı düşünmeyi ortadan kaldırmış olma ihtimali taşımaktadır. Ancak Allah'a, Peygamberlerine, Kur'an-ı Kerim'e, din ve imana, -haşa- küfr etmek, sövmek, ihanette bulunmak veya bunlardan birini hafife alan kişinin derhal tevbe ve istiğfarda bulunması ve tekrar böyle büyük bir hataya düşmemesi gerekir. Bir müslümanın dine sövmesi asla caiz değildir.  Konunun detayına gelince; Elfaz-ı küfür, Hz. Peygamberin getirdiği vahyi ve buna bağlı olarak ortaya konan hükümleri alaya almak, küçümsemek ve sövmekle meydana gelir. Bunu yapan bir kimse küfre düşer ve dinden çıkmış olur. Ancak alimler elfaz-ı küfrü kullanan kişinin dinen mükellef olmasını, sarhoşluk ve uyku halinde bulunmamasını, küfür lafzını bir zorlama olmadan isteyerek ve kasten kullanmış olmasını şart koşarlar. Alimlerin çoğunluğu, söylediği sözün küfre götürdüğünü bilmeyen ve elfaz-ı küfrü hata sonucu telaffuz eden kimsenin kafir olamayacağı görüşünde birleşmişlerdir. Bu itibarla öfke halinde söylenen elfaz-ı küfür lafızları sarhoşken söylenen sözler gibi kabul edilmez. İmam Şafi ve İmam Ahmed’in bir rivayete göre sarhoşluğu mazeret saymamaları dikkate alınırsa bu sözlerin kızgınlık anında söylenmiş olması da bir mazeret olarak kabul edilemez.  Bir kimsenin süreklilik arz etmeden kızgınlık anında elfaz-ı küfrü telaffuz etmesi küfrü gerektirmekle birlikte, yaptığı hatanın büyüklüğünü anlayarak anında tövbe ve istiğfar etmelidir.  Bu konuyla ilgili olarak Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi'nin “ELFAZ-I KÜFÜR" maddesine (c. 11, s.26) bakılabilir.  
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Kertenkele öldürmek sevap mıdır?

 Esasen zarar vermeyen hiç bir canlı öldürülemez. Öldürülmesi caiz olanlar ise, zararlı olan ve bu zararından başka türlü kurtulma imkanı olmayan hayvanlardır. Bu tür hayvanları da öldürmeden ve kendilerine eziyet vermeden zararından kurtulmanın yollarını aramak gerekir. Ancak kendilerinden kurtulma imkanı kalmamış ve öldürmekten başka çare de yoksa öldürülür. Bazı hallerde kertenkeleler özellikle de zehirli olanlar, evlere girip insanlara, eşyalarına ve yiyeceklerine zarar verirlerdi. Bunu önlemek için öldürülmeleri bazı hadislerde emredilmiştir. Yoksa durup dururken hiç bir canlı öldürülmez. Bu hadisi şerifte öldürülmesi istenen kertenkele, Arapça "vezağa" adı verilen bir kertenkele çeşididir. Bu kertenkele, kertenkelenin zehirli ve zararlı bir cinsidir. Hadiste öldürülmesi gereken bu hayvanların, öldürülürken fazla can acısı duymamaları için tek vuruşta öldürülmeleri istenmiştir.

Konuyla ilgili geniş bilgi için Prof. Dr. M.Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Doç Dr. Raşit Küçük tarafından yazılanan "Riyazü's-Salihin Peygamber Efendimizden Hayat Ölçüleri" (VII, 556 No:1867 ) isimli esere müracaat edebilirsiniz  
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Kâfirlerin hakkı yenilebilir mi? Onlara zulum edilebilir mi?


Kul Hakkı: Kul hakkı ihlali kavramı müslüman olsun gayri müslim olsun tüm insanları içerir. Hak kavramının içeriği evrenseldir. 

Nitekim:  Hz. Peygamber (s.a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarakhak sahibine verileceğini, eğer verilecek salih amel bulunamazsa o zaman da mazlumun günahlarının zalime yükleneceğini belirtir (Buhari, Mezalim, 10). Yine Peygamberimiz (s.a.s.), imkanı olduğu halde zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin kul hakkını ihlal ettiğini şöyle ifade eder: “Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür” (Buhari, Havale, 1). Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin Cennet ya da Cehennem’e gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. Allah’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın Allah tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. hak sahibi,hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, Allah kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilahi adalet, bunu gerektirir. Veda hutbesinde Rasulüllah (s.a.s.) “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)” (Buhari, Hacc, 132) buyurmuştur. Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da Allah’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Mal ya da darp gibi şeylerle ilgili olmayan gıybet, bühtan gibi hak ihlallerinde en doğrusu, hak sahibine durumu anlatıp helalleşmek olmakla beraber, her zaman bu şartı yerine getirmek mümkün olmadığından ya da insanlar bundan çekindiklerinden, kendi adına tövbe edip, hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek ya da hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine keffaret olur (Maverdi, el-Havi, I, 107; İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, I, 113).
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

28 Temmuz 2013 Pazar

Ameller niyetlere göredir hadis-i şerifini nasıl anlamalıyız?



Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti ALLAH’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da ALLAH’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.”

Açıklama: “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir” hadisi, insanın kazanacağı sevap ve günahlar ile yakından ilgili ve son derece önemlidir. Ahmed İbni Hanbel, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Dârekutnî gibi büyük âlimler, bu hadisle, İslâmiyet’in üçte birini anlamanın mümkün olduğunu söylemişlerdir. İmâm Şâfiî, bu hadisin yetmiş ayrı konuyla ilgisi bulunduğunu, bu sebeple de onu din ilminin yarısı saymak gerektiğini belirtmiştir. İmâm Buhârî ise, kitap yazanlara bir nasihatte bulunarak, eserlerine bu hadisle başlamalarını tavsiye etmiştir.
Şimdi niyetin ne olduğunu görelim:
Niyet, bir işi ALLAH rızâsı için yapmayı kalbden geçirmektir.
İş ya kalble, ya dille veya diğer organlarla yapılır.
Kalbimizle yaptığımız işler, niyet ve düşüncelerimizdir.
Dilimizle yaptıklarımız konuşmalarımızdır.
Organlarımızla yaptığımız işler de fiil ve davranışlarımızdır. Sözler ve davranışlar çoğu zaman niyete bağlı olduğu için, iyi niyet bazan başlı başına bir ibadet olur.
Ameller yâni yapılan işler niyete göre değer kazanır sözü, çoğu zaman organlarımızla yaptığımız işleri kapsar. Yoldaki bir taşı, insanlara zarar vermesin düşüncesiyle ve sevap kazanmak ümidiyle kaldırıp atmak bir ibadet sayılır. Birinin malını meşrû olmayan yollardan elde etmeye karar vermişken, ALLAH korkusuyla bu düşünceden vazgeçmek de aynı şekilde sevap kazanmaya vesile olur.
Kalbden geçen düşünceler, iyi niyete dayandığı zaman ALLAH katında değer kazanır. Bu esnada kalbin uyanık ve şuurlu olması gerekir.
Dil bir şeye niyet ederken kalb bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. 7. hadîs-i şerîfte görüleceği üzere ALLAH Teâlâ bizim şeklimize, kalıbımıza değil, kalblerimize bakar, niyetlerimize değer verir.
Abdullah İbni Ömer’in âlim ve zâhid oğlu Medine’nin yedi fakihinden biri olan Sâlim, halife Ömer İbni Abdülazîz’e yazdığı mektupta şöyle demişti:
“Şunu iyi bil ki, ALLAH Teâlâ’nın kuluna yardımı, kulun niyeti kadardır. Kimin niyeti tam olursa, ALLAH’ın ona yardımı da tam olur. Niyeti ne kadar azalırsa, ALLAH’ın yardımı da o kadar azalır.”
Herkesin yaptığı işin karşılığını niyetine göre alması şu gerçeği vurguluyor: Yapılan bir ibadet ve herkesin takdirini kazanan bir hizmet görünüş bakımından kusursuz olabilir; ancak o ibadet ve güzel hizmetin samimi bir niyetle ve sadece ALLAH’ın rızasını kazanmak maksadıyla yapılması şarttır. İnsanların takdir ve teveccühünü kazanmak veya hem ALLAH rızasını hem de insanların takdirini kazanmak düşüncesiyle yapılan ibadet ve hizmetlerin ALLAH katında hiçbir kıymeti yoktur. Yapılan işleri ALLAH katında değerli kılan bizim ihlâs ve samimiyetimiz, yani o işleri sadece ALLAH rızası için yapmış olmamızdır. Meselâ insanlar beni görsün ve takdir etsin diye namaz kılmak, zekât vermek şirk derecesinde büyük bir günahtır. Fakat gösterişi aklından geçirmeyen bir mü’minin, başkalarını o ibadeti yapmaya teşvik etmek niyetiyle herkesin göreceği bir yerde namaz kılıp zekât vermesi faziletli bir davranıştır. Böyle bir mü’min hem görevini yapmış hem de iyi niyetinden dolayı ayrıca sevap kazanmış olur.
İyi niyete dayanmayan, sadece gösteriş için yapılan ibadetlerin ve güzel davranışların ALLAH katında hiçbir değeri bulunmadığını Peygamber Efendimiz ibretli bir misâlle ortaya koymuştur. Bu hadîs-i şerîfe göre kıyamet gününde ilk defa bir şehid hakkında hüküm verilecek. ALLAH Teâlâ ona ne yaptığını sorduğunda:
— Senin uğrunda çarpıştım, şehid edildim, diyecek. Fakat Cenâb-ı Hak ona:
— Yalan söyledin. Sana cesur adam desinler diye çarpıştın, buyuracak ve o adam yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
 Daha sonra ilim öğrenip öğreten ve Kur’an okuyan bir kimse getirilecek. Ona da ne yaptığı sorulacak.
— İlmi öğrendim ve öğrettim. Senin rızânı kazanmak için Kur’an okudum, diyecek. ALLAH Teâlâ ona:
— Yalan söyledin. İlmi, sana âlim desinler diye öğrendin. Kur’an’ı ise, güzel okuyor desinler diye okudun. Nitekim öyle de denildi, buyuracak. O adam da yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılacak.
Hadîs-i şerîfin devamında zengin bir kimsenin huzura getirileceği, onun da malını ALLAH rızası için harcadığını söyleyeceği, ona, “cömert adam” desinler diye malını sarfettiği söyleneceği ve diğerleri gibi onun da cehenneme atılacağı belirtilmektedir (Müslim, İmâre 152).
Bu niyet hadisinden şöyle bir sonuç da çıkmaktadır:
Aslında ibadet olmayan bazı işler, iyi niyetle yapıldığı takdirde ibadete dönüşebilir. Meselâ yemek yiyen kimse, bu gıdalardan elde edeceği kuvvetle ibadet edeceğini düşünürse, yemek yerken bile sevap kazanmış olur. Normal ticaretini yapan kimse, işini en iyi şekilde yaparak insanlara hizmet etmeyi, onları aldatmamayı düşünürse, hem para hem de sevap kazanabilir.
Hadîs-i şerîfimizde “Kimin niyeti ALLAH’a ve Resûlü’ne varmak, onlara hicret etmekse, eline geçecek sevap da ALLAH’a ve Resûlü’ne hicret sevabıdır” buyuruluyor.Hicret, bir şeyi terketmek demektir. ALLAH Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri terkedip yapmamak da genel mânâda hicret sayılmaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz:
“Muhâcir, ALLAH’ın yasakladığı şeyleri bırakan kimsedir” buyurur (bk. 1569 nolu hadis).
Hadiste sözü edilen hicretten maksat, kâfirlerin elinde bulunan vatanı bırakıp İslâm yurduna göçmek demektir. Hz. Peygamber ile ashâbı, Mekke’den Medine’ye bu maksatla göçmüşlerdir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in söylemek istediği şudur:
Bir adam hicret ederken dünyevî bir çıkar düşünmemiş, sadece ALLAH’ın rızasını kazanmayı ve Resûlullah’ı hoşnut etmeyi hedef almışsa, hicreti makbûl olmuştur; ALLAH ve Resûlü’ne hicret etme sevabını elde etmiştir. Kim de hicret ediyor görünse bile, aslında bir dünyalık elde etme veya bir kadınla evlenme arzusuyla yola çıkmışsa, onun hicreti makbul sayılmaz ve hiçbir sevap kazanamaz. Bu gerçeği ALLAH Teâlâ şöyle belirtmiştir:
“Kim âhiret kazancını istiyorsa, onun kazancını çoğaltırız. Dünya kazancını isteyene de dünyalık veririz; ama onun âhirette bir nasibi olmaz” [Şûrâ sûresi (42), 20].
Bu hadîs-i şerîfin söylenmesine şöyle bir olayın sebep olduğu anlatılır:
Sahâbîlerden biri, Ümmü Kays adlı bir hanımla evlenmek ister. Fakat o günlerde Ümmü Kays Medine’ye hicret etmeyi düşünmektedir. Kendisiyle evlenmek isteyen sahâbîye, niyeti ciddî ise Medine’ye hicret etmeyi ve orada evlenmeyi teklif eder. Mekke’deki kurulu düzenini terketmeyi henüz düşünmeyen o sahâbî Ümmü Kays’la evlenmek arzusuyla Medine’ye hicret etmek zorunda kalır. Bu durumu bilen sahâbîler, Ümmü Kays’ın muhâciri anlamında “Muhâciru Ümmü Kays” diye takıldıkları o zâtın, hicret sevabı kazanıp kazanmadığını tartışmaya başlarlar. İşte o zaman Peygamber Efendimiz, bu hadîs-i şerîfle meseleye açıklık getirerek herkesin niyetine göre sevap kazanacağını belirtir.
Hadisten Öğrendiklerimiz:
1. Yapılan işlerden sevap kazanabilmek için o işlere iyi niyetle başlamak gerekir.
2. Niyetin kalben yapılması önemli olduğu için, bunu ayrıca dille söylemek şart değildir.
3. ALLAH rızası gözetilmeden yapılan işlerden sevap kazanılamaz.
4. İnsan göründüğü gibi olmalı, dünyevî bir çıkar için dini kullanmamalıdır.
5. İhlâs, niyet sağlamlığı demektir.

(Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, Îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr 45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmâret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Tahâret 60; Talâk 24, Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26)
Mü’minlerin emîri Ebû Hafs Ömer ibni Hattâb radıyallahu anh rivayet etmiştir.
Riyazü's Salihin - İmam Nevevi 
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük

25 Temmuz 2013 Perşembe

ALLAH'ı zikreden toplulukları müjdeleyen hadis


Resûl–i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“ALLAH Teâlâ’nın diğer meleklerden ayrı, sadece zikir meclislerini tesbit etmek üzere dolaşan melekleri vardır. ALLAH’ın zikredildiği bir meclis buldular mı, o kimselerin aralarına otururlar ve diğer melekleri oraya çağırarak cemaatin arasındaki boş yerleri ve oradan dünya semasına kadar olan mesafeyi kanatlarıyla doldururlar. Zikredenler dağılınca onlar da semâya çıkarlar. ALLAH Teâlâ daha iyi bildiği halde onlara:
– “Nereden geldiniz?” diye sorar. Melekler de:
– Yeryüzündeki bazı kullarının yanından geldik. Onlar Sübhânallah diyerek ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyorlar, Allâhü ekber diye tekbir getiriyorlar, lâ ilâhe illallah diyerek seni tehlil ediyorlar, elhamdülillâh diyerek sana hamdediyorlar ve senden istiyorlar, derler. (Konuşma şöyle devam eder):
– “Benden ne istiyorlar?”
– Cennetini istiyorlar.
– “Cennetimi gördüler mi?”
– Hayır, yâ Rabbi, görmediler.
– “Ya cenneti görseler ne yaparlardı?”
– Senden güvence isterlerdi.
– Benden neden dolayı güvence isterlerdi?”
– Cehenneminden yâ Rabbi.
– “Peki benim cehennemimi gördüler mi?”
– Hayır, görmediler.
– “Ya görseler ne yaparlardı?”
– Senden kendilerini bağışlamanı dilerlerdi.
Bunun üzerine ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:
– “Ben onları affettim. İstediklerini onlara bağışladım. Güvence istedikleri konuda onlara güvence verdim.
Bunun üzerine melekler:
– Yâ Rabbi, çok günahkâr olan falan kul onların arasında bulunuyor. Oradan geçerken aralarına girip oturdu, derler. O zaman ALLAH Teâlâ şöyle buyurur:
– “Onu da bağışladım. Onlar öyle bir topluluktur ki, onların arasında bulunan kötü olmaz.”

Kaynak: Müslim, Zikir 25. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 129.
Açıklama: Hadisimiz ALLAH’ı zikretmenin değerini, zikredenlerin kıymetini pek çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. “ALLAH’ı zikredenler” yani namaz kılan, Kur’an okuyan, hadis okuyan, ALLAH’a dua eden, ilim tahsil eden, ilmî sohbetler yapan kimseleri ziyaret etmek ve onların sohbetlerini dinlemek üzere vazifelendirilmiş melekler vardır. Hadisin bazı rivayetinde bu meleklerin, hafaza denilen koruyucu meleklerin dışında oldukları özellikle belirtilmektedir. Bunların dünya semâsına kadar, bir rivayete göre tâ arşa kadar birbirinin üstünde durdukları, bu bahtiyar insanları arayan diğer melekleri de haberdâr ettikleri, o zikir meclisindekilere kol kanat gerdikleri ve sohbetlerine kulak verdikleri belirtilmektedir.
ALLAH Teâlâ kullarının ne yaptığını meleklerden daha iyi bildiği halde yine de onlara“Kullarım ne diyor?” diye sormakla bir nevi târizde bulunmaktadır. Bilindiği üzere ALLAH Teâlâ meleklerine yeryüzünde bir halife yaratacağını haber verdiği zaman melekler buna karşı çıkmışlar, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı yaratmaya ne gerek var; zaten biz sana hamdü senâ ediyoruz, ulûhiyyetine yakışmayan sıfatlardan seni tenzih ediyoruz, demişlerdi [Bakara sûresi (2), 30]. Cenâb-ı Hak kendisini zikreden kulları hakkında meleklere muhtelif sorular sorup onlardan cevaplar almak suretiyle âdetâ onlara, görüyorsunuz ya, kullarımın arasında işte böyleleri de var. Onlar beni zikretme hususunda meleklerden farksızdır, demiş olmaktadır. Hatta onlara, kullarım beni böyle samimiyetle zikrettiklerine göre, onlar da sizin gibi beni, cenneti, cehennemi görmüşler mi, diye ayrı ayrı sormak ve her birine, hayır görmediler, diye cevap verdirmek, görselerdi daha fazla zikrederlerdi, cehenneminden daha çok korkarlardı, dedirtmek suretiyle kullarının yaptığı zikrin değerine işaret buyurmaktadır. Cenâb-ı Hakk’ın meleklerini mahcup etmemek için söylemediği ve fakat onların çok iyi bildiği bir diğer husus da, bütün vazifeleri ALLAH’ı zikretmek olan meleklerin insanlar gibi şeytanın vesvesesine ve baştan çıkarmasına muhatap olmamasıdır. ALLAH’ı zikreden bu kimseler şeytanın bütün düzenlerini bertaraf ederek ALLAH’ın rızâsını kazanmak için orada toplandıklarına göre, onların Cenâb-ı Mevlâ katındaki yeri ve değeri çok üstündür. 
Cenneti ve cehennemi görmüşler mi, tarzındaki sorulardan, cennet ile cehennemin hâlen yaratılmış olduğu sonucunu çıkarmak da mümkündür.
Hadiste de gördüğümüz gibi ilâhî vaad ve müjdenin hoş bir örneğidir. Bilindiği üzere ALLAH Teâlâ  “Şayet (kulum) beni bir toplulukla beraber anarsa, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde anarım”buyurmaktadır. Kendisini rızâsına uygun işlerle, zikir ve tesbihlerle anan kullarını, onlardan hoşnut olduğunu belirterek bağışlaması ne güzel bir tecellidir.
Zikir meclisinde bulunmayı düşünmediği halde, her ne sebeple olursa olsun onların arasına katılmaktan dolayı ilâhî affa kavuşan insanın durumu, ALLAH’ı anıp zikreden kimselerle beraber olmanın kişiye kazandıracağı imkânı ve fazileti göstermektedir. Güzel koku satıcısının yanında bulunan kimse, koku satın almasa bile etrafa yayılan güzel kokulardan nasıl faydalanırsa, iyi insanlarla oturup kalkan kimse de şu veya bu şekilde onların iyiliklerinden istifade eder.

Bir sonraki hadîs-i şerîf, bu hadisin özeti gibidir. Kendisini anıp zikredenlere Cenâb-ı Hakk’ın lutufları kısaca dile getirilmektedir. 


Hadisten Öğrendiklerimiz
1. ALLAH Teâlâ kendisini anan kullarından hoşnut olur ve onları meleklerinin yanında anar.
2. Bazı meleklerin vazifesi ALLAH’ı anıp zikredenleri tesbit etmektir.
3. Melekler ALLAH’ı zikreden insanları sever ve onları himâye ederler.
4. ALLAH’ın anıldığı zikir meclislerinde bulunmak insana mânevî faydalar sağlar.
5. Cenâb-ı Hak kendisinden samimiyetle bağışlanma dileyen kullarını bağışlar ve onları korktuklarından emin kılar.

Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Bir namaz hem kaza hem sünnet niyeti ile kılınabilir mi?


Kazaya kalmış namazların kazası ile meşgul olmak, revatip (farz namazlara bitişik olan) sünnetlerin dışındaki bir nafile namaz kılmaktan önemli ve önceliklidir. Ancak vakit namazları ile birlikte kılınan düzenli nafileler (revatip sünnetler) ve Teravih namazı imkanlar ölçüsünde kılınmalıdır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadislerinde, “Kulun kıyamet günü ilk hesaba çekileceği konu, farz namazlardır. Eğer bunlar tamamsa işi kolaylaşmıştır. Farzlarda eksiği varsa, “bakın bakalım, nafile namazı var mı? “ denilir ve nafilelerle farzları tamamlanır.” (Tirmizi, Salat, 188; İbn Mace, İkame, 202) buyurmuştur.

Kılınacak namazın ne olduğu kesin olarak tayin edilerek niyetlenilmesi gerekir. İki niyetle bir namaz kılınamayacağı gibi, namaz kılarken birden çok namaza niyet edilmez. Hem kaza namazına, hem de vaktin sünnetine birlikte niyet edilirse bu namaz, kaza namazı olur. Hem kaza namazı hem de vaktin sünneti kılınmış olmaz (Fetavay-ı Hindiyye, I, 125).

Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Sevabı çok olan zikirler




- Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tavsiye ettiği zikirler;
1) Her gün yüz defa, [ lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr ] derse, on köle âzâd etmiş kadar sevap kazanır; ona yüz iyilik sevabı yazılır; yüz günahı bağışlanır; bu zikir o gün akşama kadar o kimsenin şeytandan korunmasını sağlar. Bu zikri ondan daha fazla tekrarlayan kimse dışında hiç kimse daha faziletli bir iş yapmamış olur”
2) Her gün yüz defa [ Sübhânallahi ve bi–hamdihî sübhânallahi’l–azîm ] derse, onun günahları deniz köpüğü kadar bile olsa hepsi bağışlanır. ]
3) Her gün üç defa [ Sübhânallâhi ve bi–hamdihî adede halkihî ve rızâ nefsihî ve zinete arşihî ve midâde kelimâtihî ]
4) Her gün yüz defa [ Sübhânallah ] diyene, bin iyilik yazılır veya bin günahı bağışlanır.”

Zikirlerin Anlamları;
1) "ALLAH Teala'dan başka ilah yoktur, O tektir, ortağı da yoktur. Bütün mülk ona aittir. Bütün hamdü senalar onadır. O her şeye kadirdir."
2) Ben ALLAH’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim. Ben Yüce ALLAH’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tekrar tenzih ederim”
3) Yarattıkları sayısınca, kendisinin hoşnut olduğunca, arşının ağırlığınca ve bitip tükenmeyen kelimeleri adedince ben ALLAH’ı ulûhiyyet makamına yakışmayan sıfatlardan tenzih eder ve O’na hamdederim.”
4) ALLAH noksan sıfatlardan münezzehtir

KAYNAKLAR:
1) Buhârî, Bed’ü’l–halk 11; Daavât 64, 65; Müslim, Zikir 28. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 59, 62; İbni Mâce, Duâ 14.
2) Buhârî, Daavât 65, Eymân 19, Tevhîd 58; Müslim, Zikir 31. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 60; İbni Mâce, Edeb 56.
3) Müslim, Zikir 79. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Vitir 24.
4) Müslim, Zikir 37. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 58.

HATIRLATMA: Zikirlerin doğru okunuşunu herhangi bir hafızdan, hocadan yada Kur'an'ı iyi bilen kişiden öğreniniz. Ayrıca bunlar dışındada zikirler mevcuttur. Aşağıdan arapçasına ve diğerlerine bakabilirsiniz.


Dedikodu orucu bozar mı?

Gıybet orucu bozmaz. Fakat gıybet (dedikodu) haramdır ve orucun sevabını azaltır.

İnsanların birbirleri hakkında kötü kanaate sevkedecek ve ilişkilerini bozacak dedikodu ve söz taşıma gibi dinimizce hiçbir zaman hoş görülmeyen davranışlar, orucun mânevî haline taban tabana zıt şeylerdir. Peygamberimiz orucun bu yönünü anlatmak üzere "Yalan konuşmayı bırakmayan, yanlış davranışlardan kaçınmayan kimsenin kendini aç ve susuz bırakmasına ALLAH'ın ihtiyacı yoktur" (Buhârî, "Savm", 8) buyurmuştur. Aslolan ibadeti amacına uygun yapmak, ibadetin zevkini tatmaktır. İbadetlerin hakkı verilmeye çalışıldığı takdirde bunun önce kişinin kalp ve vicdanındaki olumlu etkileri, sonra da toplumdaki olumlu sonuçları çok belirgin bir şekilde ortaya çıkacaktır. Peygamberimiz bu noktaya işaretle "Hiçbiriniz oruçlu iken kötü laf söylemesin; bağırıp çağırmasın, hatta kendisine ağır sözler söyleyen (küfreden) birine dahi sadece 'Ben oruçluyum' demekle yetinsin" (Buhârî, "Savm", 2; Müslim, "Sıyâm", 160) buyurmuştur.

Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Saç boyatmak orucu bozar mı?


Oruç, bir şey yemek, içmek ve cinsel ilişkide bulunmaktan dolayı bozulur. Saç boyamak ve saç bakımı bunların kapsamında olmadığından orucu bozmaz.

Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Nargile orucu bozar mı? Nargile içmek

Nargile gibi keyif veren tütün kökenli dumanlı maddeler ile tiryakilik gereği alınan tüm maddeler (morfin gibi) oruç yasakları kapsamına girmektedir. Oruçlu iken bu tür maddelerden bir tanesi kullanıldığında oruç bozulur.

Zekat sadece Ramazan ayında mı verilir?


Öteden beri müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan ayında ödemeyi âdet haline getirmiş iseler de, zekâtın ödenmesi için tayin edilmiş bir gün veya ay yoktur


Fakihler şartları gerçekleşen malda zekâtın derhal (fevrî) yani sene biter bitmez ödenmesi gerektiğinde görüş birliğine varmışlardır. Çünkü malda gerçekleşen zekât borcu, artık kul hakkıdır. Bu borcun ödenmesini -özürsüz olarak- geriye bırakmak câiz değildir. Hanefî mezhebinde fetvaya esas olan görüş bu olduğu gibi, İmam Şâfiî, İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in görüşü de bu yöndedir.

İslâm'da prensip olarak ibadetler hemen yerine getirilmesi istenen bir husustur. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Hayırlar(ı işlemede) yarış yapınız" (Âl-i İmrân 3/133) buyurur. Bütün hayır işlerinde acele etmek övüldüğüne göre, malda gerçekleşen fakir hakkının bir an önce hak sahiplerine ödenmesi de övülmeye değer bir iştir.

Altın, gümüş ve parada, ticaret malları ve hayvanlarda zekât, bir kamerî yılın tamamlanması ile farz olur ve bu mallardan zekât her senede bir defaya mahsus olmak üzere ödenir.
Toprak ürünlerinden zekât, senede kaç kere ürün alınırsa o kadar verilir. Yani bir araziden bir senede iki kere mahsul alan kişi iki kere zekât verir.

Toprak ürünlerinde zekâtın vücûb vakti konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte ağırlıklı görüş, bunun hasat esnasında olduğu yönündedir. Bununla birlikte olgunlaşmaya başladığı andan itibaren takriben hesaplanıp verilebileceği gibi, hasattan kısa bir müddet sonra vermek de mümkündür. Toprak ürünleri hasattan sonra sahibinin kusuru olmaksızın helâk olsa veya çalınsa zekâtı düşer. Bu tarihleme meyveler için de geçerlidir.

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler madenlerde zekâtın, nisab miktarı maden istihsal edilmesiyle, Hanefî ve Hanbelîler de balda zekâtın, nisab miktarı bal elde edilmesiyle vâcip olacağı görüşündedir. Ancak toprak ürünlerinden zekât, ekinler sürülmeden, meyveler de toplanmadan alınmaz.
Görüldüğü gibi toprak ürünlerinden zekât tahsili güneş takvim sistemine göre "hasat zamanı"; hububat harmanlanıp sapından çıkarılınca, meyveler toplanınca yapılmaktadır. Madenlerin de elde edilince zekâtı ödenmektedir. Bunların dışındaki mallar; altın, gümüş, para, ticaret malları ve hayvanlar ise üzerinden bir kamerî yıl geçmekle zekâta tâbi olmaktadır. Acaba bu ikinci grup malların zekât borçlarını mükellef isterse sene dolmadan da verebilir mi? Veya bunun aksi olarak zekât borcu ertesi yıla tehir edilebilir mi?
Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber, amcası Abbas'ın zekâtını vaktinden önce ödeyip ödeyemeyeceğini sorması üzerine ona ödeyebileceğini söylemiş, Abbas da iki senelik zekât borcunu peşin ödemiştir (Ebû Dâvûd, "Zekât", 22, 37; İbn Mâce, "Zekât", 7).

Fakihlerin çoğunluğu, bu uygulamadan hareketle, zekâtın vücûb sebebi nisab bulunduğu takdirde kişinin zekâtını vaktinden önce ödeyebileceğini söylemişlerdir. Ebû Hanîfe, Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.

İmam Mâlik ile Dâvûd ez-Zâhirî ise, mal ister nisaba ulaşsın ister ulaşmasın vaktinden önce zekâtının verilmesinin câiz olmadığı görüşündedir. Bu iki müctehide göre, sene geçme şartı (havl) nisab gibi zekâtın vücûb şartlarından olup, nasıl namaz vaktinden önce kılınmazsa zekât da vaktinden önce ödenemez.

Zekâtın zamanında ödenmesi, ihtiyaç sahiplerinin haklarını doğrudan ilgilendirdiğinden, mükellefin haklı ve geçerli bir sebep bulunmaksızın zekât borcunu geciktirmesi doğru bulunmaz. Hatta fıkıh kitaplarında, zaruret olmaksızın zekâtı vaktinde ödemeyen kişinin şahitliğinin kabul edilmeyeceği, onun bu fiiliyle tıpkı, istendiğinde emaneti sahibine iade etmeyen emanetçi konumunda olacağı ifade edilerek zekâtın vaktinde ödenmesinin önemi vurgulanmak istenmiştir.
İslâm'daki "kolaylaştırma" prensibine uyarak zekât borcunun mâkul bir süre geciktirilmesi câizdir. Meselâ zekâtın yerine ulaşmasını temin gayesiyle daha muhtaç fakirleri aramak, gurbette olan fakir akrabaya zekât göndermek veya zekât malına o anda mükellefin ihtiyacının bulunması, daha sonra borcunu ödemesi halinde iktisadî bir sıkıntıdan kurtulmasının söz konusu olması gibi sebeplerle zekât borcunun ödenmesi bir süre geciktirilebilir. Ancak bu erteleme süresi içinde zekât mal telef olursa, tahakkuk eden zekât miktarını öder. Çünkü zekât borcu doğmuş, mükellef verme imkânına da kavuşmuş, ama herhangi bir sebeple ödemeyi geciktirmiştir.

Hz. Ömer'in, kıtlık yılında güç duruma düşen zekât mükelleflerinin zekât borçlarını ertesi yıla ertelediği rivayet edilir. Fakihlerin çoğunluğu Hz. Ömer'in bu uygulamasını esas alarak zekât borcunun ödenmesinde böyle bir ihtiyaçtan dolayı erteleme yapılabileceği görüşüne varmışlardır. Ancak Ahmed b. Hanbel ve bazı Mâlikî fakihleri ise durum ne olursa olsun zekât borcunun ertelenemeyeceği görüşündedir.
Öteden beri müslümanlar zekât borçlarını rahmet ayı olan ramazan ayında ödemeyi âdet haline getirmiş iseler de, zekâtın ödenmesi için tayin edilmiş bir gün veya ay yoktur. Aslolan, vücûb şartları gerçekleşince zekâtın ödenmesidir.
Bir malda zekât borcu doğduktan sonra, bu borç ödenmeden önce o mal çalınmak, kaybolmak, gasbedilmek gibi yollarla helâk olsa; mükellef ister ödeme imkânına sahip olsun veya olmasın, Hanefîler'e göre zekât borcu düşer. Fakat bu malı bağış veya satış yoluyla tüketirse zekât borcu düşmez, zekâtını vermesi gerekir.

Fakihlerin çoğunluğuna göre ise bu durumda zekât borcu düşmez. Mükellefin onu yeniden ödemesi gerekir. Ancak İmam Mâlik'e göre, telef olduklarında hayvanların zekâtı ödenmez.

Hanefîler, zekâtın mükellefin niyetiyle eda edilen ve niyâbet kabul etmeyen bir ibadet olduğunu ileri sürerek, mükellefin ölmesiyle zekât borcunun da düşeceğini söylemişlerdir. Ancak ölen vasiyet etmişse mirasının üçte bir miktarından zekât borcu ödenir. Vasiyet etmemiş ise mal vârislerine intikal eder. Fakat, vârisleri ödeme mecburiyetinde değillerdir. Ama öderlerse bu nâfile bir sadaka yerine geçer. Çünkü zekât bir ibadettir. Her ibadet gibi niyetle eda edilir. Borçlunun ölmesi sebebiyle niyet olmadığından borç da düşer. Hanefîler zekât borcunu ödemeden ölen kimsenin, namazı, orucu terkederek ölen kimse gibi günahkâr ve borçlu olarak öldüğü ve geride kalanların onu bu borçtan kurtaramayacağı görüşündedirler.

Zekâtın niyete dayalı bir ibadet olma vasfından çok ihtiyaç sahiplerinin hakkını ilgilendiren yönünü ön planda tutan cumhura göre ise, zekât borcu mükellefin ölümü ile ortadan kalkmaz. Aksine ölen vasiyet etmese de terikesinden ödenir. Namaz ve oruç bedenî ibadetlerdir. Onların yerine getirilmesi için başkasını vekil tayin etmek mümkün değildir. Malî bir ibadet olan zekâtta ise vekâlet geçerlidir. Çocuk ve akıl hastasının mallarından velileri nasıl zekât ödemekle mükellefse ölenin vârisleri de onun zekât borcunu ödemekle sorumludur.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Tesbihat çekmek, tesbihat yapmak? Nasıl yapılır

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Her namazdan sonra kim otuz üç defa sübhânallah, otuz üç defa elhamdülillâh, otuz üç defa Allâhü ekber der, yüze tamamlamak için de (lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr) derse, günahları deniz köpüğü kadar çok olsa bile affedilir.”

Zikirlerin Anlamları
sübhânallah: Her türlü noksan sıfatlardan ALLAH'ı tenzih ederim. ALLAH noksan sıfatlardan münezzehtir.
elhamdülillâh: Her türlü hamd ALLAH’adır
Allâhü ekber: ALLAH en büyüktür.
lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh, lehü’l–mülkü ve lehü’l–hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr: ALLAH’tan başka ilâh yoktur; yalnız ALLAH vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. O’nun gücü her şeye yeter

Açıklamalar: Müslüman kardeşlerimizin namazlardan sonra okuma alışkanlığına sahip oldukları bu üç zikrin hadisimizde görüldüğü üzere hoş bir hatırası vardır. Her şeylerini Mekke’de bırakarak Resûlullah’a yardım etmek ve böylece ALLAH’ın rızâsını kazanmak için Medine’ye hicret eden sahâbîler, sevap kazanma hususunda kimseden geri kalmak istemiyorlardı. Çünkü dünyanın daha çok sevap kazanma bakımından bir yarış yeri olduğunu iyi biliyorlardı. Bunun üzerine ALLAH'ın Resûlü onlara bu üç zikri tavsiye etti ve bu zikirlerin onları kendilerinden önde gidenlere yani kendilerinin yapamadıkları hayır ve iyilikleri yapanlara yetiştirebileceğini, sonra gelenleri arkada bırakabileceğini yani bu zikirleri söylemeyenleri geçip gideceklerini, ama sevabı çok büyük olan bu zikri kendileri kadar söyleyenlerin de aynı sevabı elde edeceklerini bildirdi. Böylece daha sonraki yüzyıllarda gelecek ümmetinin de, bu konudaki tavsiyesini tuttukları takdirde çok büyük sevap kazanacaklarını müjdeledi. Doksan dokuz tesbih, tahmîd ve tekbirden sonra yüzüncü olarak lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh diye başlayan zikri söylemek gerektiğini belirtmektedir. Başka hadislerde bu sonuncu cümlenin başlı başına bir zikir olduğunu görmüş ve onu günde yüz defa söyleyen kimsenin kazanacağı hesapsız sevapları okumuştuk. Öyleyse Cenâb-ı Hakk’ın her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu pek güzel ifade eden sübhânallah demeyi, her nevi mükemmelliğin ALLAH Teâlâ’da bulunduğunu dile getiren elhamdülillâh zikrini söylemeyi, benim Rabbim yaratılmışların tam olarak kavrayamayacağı kadar yücedir demek olan Allâhü ekber zikrini tekrarlamayı ihmal etmemeliyiz.
Hadislerden Öğrendiklerimiz
1. Efendimiz’in büyük sevaplar vaad ederek tavsiye buyurduğu bu zikri her namazdan sonra söylemeye gayret etmelidir
2. Dünyayı hayır yarışlarının yapıldığı bir alan olarak görmeli ve bu yarışta ön sırada bulunma azmiyle ömrü değerlendirmelidir.
3. ALLAH Teâlâ’nın bazı insanlara daha fazla sevap kazanma imkânı vermesi, O’nun bir lutfu ve ihsânı ve sadece kendisinin bileceği bir iştir.

(Müslim, Mesâcid 146. Ayrıca bk. Nesâî, Sehv 96)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh rivayet etmiştir
Riyazü's Salihin - İmam Nevevi 
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük

Oruçluyken gusül abdesti alırken ağza ve burna nasıl su vermeliyiz?

Gusül abdesti alırken, ağza ve buruna su vermek farzdır. Ağza su verirken suyu boğaza kadar ulaştırıp ağzı çalkalamak  ve buruna su verirken de genize kadar da suyu çekmek ise sünnettir. Bu hüküm oruçlu olmayan kimseler içindir. Oruçlu olanların boğaza veya genize su kaçma ihtimali olduğu için böyle yapmaları uygun olmaz. Onlar gusülde ağza ve burna su verirken abdestte yaptıkları gibi yaparlar

(İbn Abidin, Raddu’l-Muhtar, Riyad, 1423/2003, I, 237, 291).    
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Namazda tesbihle mi yoksa parmaklarla mı tesbihat çekmek sünnettir?


Yüseyre (r.anha)’dan rivâyet edilmiştir. Yüseyre hicret eden kadınlardan idi dedi ki: Rasûlullah (s.a.v.) bize şöyle buyurdu: “Tesbih, tehlil ve takdisi elden bırakmayınız ve parmaklarınızla tesbihinizi çekiniz. Çünkü onlar da sorguya çekilecekler ve konuşturulacaklardır. Gaflete düşmeyin sonra rahmeti unutursunuz.” (Ebû Dâvûd, Salat: 27; Tirmizi, Daavât: 121, (3583)

Abdullah b. Amr (r.a.)’den rivâyete göre, şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v), tesbihi parmaklarıyla çekerdi.” (Tirmizi, Daavât: 72, (3486); Nesâî, Sehv: 17; İbn Mâce, İkamet-üs Salat: 27)
Tirmizî: Bu hadis A’meş’in, Atâ b. Sâib’den rivâyeti olarak bu şekliyle hasen garibtir. Şu’be, Sevrî bu hadisi Atâ b. Sâib’den uzun bir şekilde rivâyet etmiştir. Bu konuda Yüseyre binti Yâsir’den rivâyet edilmiştir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey Kadınlar topluluğu parmaklarınızla tesbih çekiniz. O parmaklar da mes’uldür ve şâhidlik yapmak üzere konuşturulacaklardır.”

~ Ayrıca ~
Cennetle müjdelenen on Sahabiden birisi olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Resulullah (a.s.m.) ile beraber bir kadının yanına gittiklerini, kadının önünde hurma çekirdekleri veya çakıl taşları bulunduğunu ve kadının tesbihi onlarla saydığını bildirdikten sonra, Resul-i Ekremin bu kadının hareketine müdahale etmediğini söylemektedir. (Ebû Dâvud, Vitir; 24)

Peygamberimizin bu hareketi sünnetin bir başka nev’i olan takrirî sünnete girmektedir. O hareketi hoş karşıladığını göstermektedir. Diğer taraftan Hz. Ebû Hüreyre’nin, tesbihini bir ipliği düğümleyerek yaptığı (Ebu Nuaym, Hilye I/383) Muhacirlerden Ebu Safiyye’nin çekirdeklerle (İsâbe IV/109; İbn Sa’d VII/60) Sa’d b. Ebî Vakkas’ın çakıl taşlarıyla tesbih çektiği de (İbn Sa’d III/143) rivayet edilmektedir. Bugünkü şekliyle kullandığımız tesbih ise ancak Hicrî beşinci asırda yaygın hale gelmiş bulunmaktadır.

Abdullah bin Amr ise, “Resulullahın (a.s.m.) tesbihi, sağ elinin boğumlarıyla saydığını gördüm” (Tirmizî, Daavât: 24) demektedir. Tesbihleri doğru olarak yapabilecek kimselerin eliyle tesbih çekmesi daha faziletlidir. Ama arzu edenler 33’lü veya 99’lu tesbihlerle de bu ibadeti yapabilirler. Tesbihi göbekten yukarı veya aşağı tutarak çekmek arasında da bir fark yoktur.
(Ayrıca kısmından sonraki bilgiler sorularlaislamiyet.com sitesinden alınmıştır.)

Yaptığımız ibadetlerin sevabı hayatta olanlara ve ölmüşlerimize bağışlanabilir mi?

Yapılan ibadetin ve hayırların sevaplarının başkasına bağışlanması caizdir. Kişi, okuduğu Kur’an-ı Kerim’in, kıldığı namazın ve işlediği bir hayrın sevabını başkasına bağışlayabilir. İster sağ, ister ölmüş olsun, kendisine sevap bağışlanan kimsenin, bundan yararlanacağı umulur. Başkası tarafından bağışlanan sevapla, bir kimsenin bizzat yapması gereken ibadet borçları ödenmiş olmaz ise de, bunlar iyilik ve sevaplarının çoğalmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olabilir. Annesi ve babası öldükten sonra, onlara bir iyilik yapıp yapamayacağını ve ne gibi iyilikler yapabileceğini soran kişiye Hz. Peygamber (s.a.s.); “Evet, onlara dua etmek, rahmet dilemek, onlar için istiğfar etmek, vasiyetlerini yerine getirmek, dostlarına hürmet edip ikramda bulunmak, akrabaları ile ilgilenip onlara karşı üzerine düşeni yapmaktır” buyurmuştur (Ebu Davud, Edeb, 130; İbn-i Mace, Edeb, 2). Annesinin aniden öldüğünü, şayet konuşabilseydi sadaka verilmesini vasiyet edeceğini zannettiğini, onun adına sadaka verirse sevabının kendisine ulaşıp ulaşmayacağını soran sahabiye de: “Evet, ulaşır. Onun namına sadaka ver” buyurmuşlardır (Buhari, Vasaya, 19; Müslim, Zekat, 16, H. No: 2373). Buna göre, sevabı ölen kimsenin ruhuna bağışlanmak üzere her türlü ibadet yapılabileceği gibi, çeşitli vesilelerle dua da edilebilir. Yapılan ibadet ve hayırların sevabının bağışlanması, hayır duada bulunulması için kabir başında bulunmak şart değildir. Ancak imkanı olanların zaman zaman kabir ziyaretinde bulunarak orada dua etmesi daha uygundur. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Cennetü’l-baki’ye gidip orada dua ettiği bilinmektedir (Müslim, Cenaiz, 35; H No: 2299-2301).
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

23 Temmuz 2013 Salı

Peygamberimizin isimleri

Peygamberimiz (s.a.s.)’in pek çok ismi vardır. Bir hadislerinde kendine has beş adının bulunduğunu haber vererek; “Benim birtakım isimlerim vardır: Ben Muhammed’im! Ben Ahmed’im! Ben Mahi’yim ki, Yüce Allah, küfrü benimle yok edecektir! Ben Haşır’ım ki, insanlar, Kıyamet günü benim izimce haşr olunacaklardır! Ben Akıb’ım ki, benden sonra Peygamber yoktur!” (Müslim, Fezail, 124-126) Anlamı bakımında Muhammed (s.a.s.) “övülmeye layık hasletleri çok olan”, Ahmed ise “en çok övülen veya en çok hamd ve şükür eden, ya da, bu hasletlerle anılan zat” manalarına gelir. Peygamberimiz’in (s.a.s.) yaygın adlarından biri de Mustafa olup anlamı “seçilen, seçilmiş olan” demektir. Peygamberimiz en çok Muhammed (s.a.s.) ismi ile anılmıştır.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Kur'an türkçe harfler ile okunur mu?

MUTLAKA YAZIYI SONUNA KADAR OKUYUNUZ
Bilmeyen ve öğrenme aşamasında olan kimselerin namazda ve diğer zamanlarda latin harfleriyle yazılmış sureleri okumalarına ruhsat vardır. Ama böyle bir zaruret yoksa sebebsiz olarak latin harfleriyle yazılmış kur'anı okumak doğru olmaz. Bu alfabe kur'an dili olan arapçanın bütün seslerini çıkarmaz ve anlam bozukluğuna neden olur. Bu şekilde yazılmış kur'anı okumanın da sevabı vardır ve okuna nkur'an geçerli olur. Kur'anı öğrenenlerin arap harflerinden öğrenmeleri tavsiye edilir, ideal olan budur.


Kur'an-ı kerim'de altı yerde “kur'anen arabiyyen” ifadesi geçer. Yani cenab-ı hak, kur'an-ı kerim'i arapça olarak indirdiğini bildirir. İbrahim suresinin 4. Ayetinin meali de şöyledir:

“hak dini onlara açıklasın diye, her peygamberi biz kendi kavminin lisanıyla gönderdik. Sonra Allah, dilediğini sapıklığında bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. Onun kuvveti her şeye galiptir ve o her şeyi hikmetle yapar.”

Bu durumda kur' an'ın manası nasıl Allah'tan gelmişse, lafzı, ifadesi ve yazılışı bakımından da ilahidir. Kur'an dendiği zaman hem onun arapça olarak okunan lafzı ve kelimeleri, hem de anlaşılan manası akla gelir ve hakikatte de öyledir. Bu iki hususiyeti birbirinden ayırmak, farklı mütalaa etmek mümkün değildir. Kur'an ancak kendi lisanı üzerine okunabileceği için, sadece o lisanın kendi harfleriyle yazılır, o harflerle okunur.

Araplardan başka farsça, hintçe, çince, uzakdoğu dilleriyle konuşan müslümanlar da, biz türkler de müslüman oluşumuzdan bu yana kur'an'ı arapça olarak yazmış, o dille okumuşuz. İslam alimlerinin de ortak görüşü, kur'an'ın başka dille yazılamayacağı yolundadır. Bunda ittifak vardır.

Zaten kur'an'ı başka bir dille yazmak mümkün olmadığı gibi, başka bir dille doğru olarak okumak da mümkün değildir. Çünkü kur'an harflerinin kendisine has özellikleri vardır. Bu harflerin bazılarının karşılığı ve okunuş şekli başka dilin alfabelerinde mevcut değildir. Söyleniş bakımından birbirine benzer harfler olsa da, mahreçleri (ağızdan çıkış yerleri) itibariyle de farklıdır. Mesela, arapça için “lügat-ı dad” denir; yani fatiha suresinin sonundaki “veleddallin” deki “dad” harfi hiçbir lisanda bulunmamaktadır. Bu harfin bulunduğu bir kelimeyi başka bir lisanın ifade etmesi mümkün değildir.

Mesela türkçede sadece “h” harfi yerine arapça'da üç çeşit “h” harfi vardır. Noktasız “ha” noktalı hırıltılı “ha” ve ”he”. Aralarındaki farkı küçük bir misalle açıklayalım. Noktasız ha ile yazılan “mahluk”, noktalı hırıltılı ha ile yazılan “mahluk” ve he ile yazılan “mahluk”. Her üçünün de türkçe de yazılışı ve okunuşu aynıdır. Halbuki arapça’da birincisi tıraş edilmiş, ikincisi yaratılmış, üçüncüsü ise helak edilmiş anlamındadır. İşte kur’an’ı latince yazıdan okuyan birisi bu farkları anlayamayacağından, sözgelimi Allah’ın yaratmasından bahseden bir ayeti, farkına varmadan “tıraş etmek” veya “helak etmek” manasına okuyabilecektir. 

Yine kur'an harflerinin içinde üç adet “ze” vardır. Biri ince “ze”, biri peltek “zel”, diğeri de “zı” dır.

Türkçe deki “s” yerine üç harf bulunur. “sin, sad” ve peltek “se”. Arapça'ya has bir harf vardır ki, o da “ayın” olarak okunan harftir. Bu harf başka bir dilde pek bulunmamaktadır.

Şimdi kur'an harflerini bilmeyen bir kişi, yukarıdaki harfler türkçe ile yazıldığı zaman nasıl okuyacaktır? Bu harfleri çıkaramadığı gibi, okuduğu kelime ve ayetler de birer kur'an kelimesi ve ayeti olmaktan uzak olmaz mı?

İşte latin harfleriyle yazılmış olan kur' an'ı daha bunlar gibi pek çok mahzurlardan dolayı doğru olarak okumak mümkün değildir. Kur' an okumasını öğrenmek isteyen kimse ancak onu aslından okumak suretiyle öğrenebilir. Böylece sıhhatli bir neticeye varmış olur.

Bu bilgiler sorularlaislamiyet.com sitesinden alınmıştır.

21 Temmuz 2013 Pazar

ALLAH hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“ALLAH hayrını dilediği kişiyi sıkıntıya sokar.”

Açıklama: Hadisimiz, başa gelen sıkıntıların bazan lutuf ve hayır vesilesi olacağını açıkça ortaya koymaktadır. Burada söz konusu olan belâ ve musibetlerin neler olabileceğini ise, Bakara sûresi’nin 155. âyeti açıklamıştır. ALLAH Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“..Sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltmekle sınarız. Sabredenleri müjdele!”
Önceki iki hadiste de görüldüğü gibi belâ ve musîbetler, sabır gösterilirse ya günahların bağışlanmasına ya da, burada işâret edildiği üzere, hayır ve ecirlere vesile olur. Nitekim İmam Gazzâlî, konuya üç ayrı yorum getirmiştir:
1. Münafığın başına gelen musîbet ve hastalıklar. Münafık, sıkıntıya sabretmeyip şikâyette bulunduğu için bunlar onun hakkında tam bir cezâ anlamı taşır.
2. Mü’minin hastalık ve musîbeti. Mü’min, bunların ALLAH’dan geldiği bilinci içinde sabreder. Böylece de sıkıntıları günahlarına kefâret olur.
3. Şükür ve rızâ halindeki olgun mü’minlerin hastalık ve sıkıntıları. Bunlar belâ ve musîbet halinde de ALLAH’a hamd ve şükür görevlerini yerine getirirler. Öylece onların sıkıntıları, ALLAH katındaki derecelerinin yükselmesine vesile olur.
 Netice olarak şunu unutmamak gerekir ki, bu dünya imtihan dünyasıdır. ALLAH katında derece sahibi olmanın bir yolu da belâ ve musîbetlere uğramaktan geçmektedir. Bu durumda yapılacak iş, başa her ne gelmişse, onu sabır ve rızâ ile karşılamaktır. Müslümanın asıl kazancı buradadır. Bir anlamda sabır, müslüman için, her olumsuzluğu lehine çevirmeye imkân vermektedir.
Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Başa gelen her belâ ve sıkıntı, mutlaka bir cezâ değildir.
2. Müslüman belâ ve musibetlere sabretmek suretiyle ALLAH katındaki derecesini yükseltebilir.


Hadis-i Şerif'in Kaynağı: (Buhârî, Merdâ 1.)
Rivayet Eden: Ebû Hüreyre radıyallahu anh
Riyazü's Salihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük


Gülmek abdesti bozar mı?

Namaz dışında gülmek abdesti bozmaz. Namazda iken, yanındaki şahısların duyabileceği şekilde sesli olarak gülmek hem abdesti hem de namazı bozar (Merğinani, I, 15). Nitekim Hz. Peygamber namazda sesli olarak gülen birisine hem namazını ve hem de abdestini yenilemesini emretmiştir (Darekutni, Sünen, I, 162). Ancak namazda ses çıkarmadan tebessüm etmek namazı da abdesti de bozmaz. Bazı mezhepler namazda gülmekle sadece namazın bozulacağı görüşündedir (İbn Kudame el-Muğni, I, 211).
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Kusmak abdesti bozar mı?

Hz. Peygamber (s.a.s.)’in kusmaktan dolayı abdest aldığı rivayet edilmiştir (Tirmizi, Taharet, 64). Ancak bunun ağız dolusu olması gerekir (Meydani, el-Lübab, I, 18). Ağız dolusu kusulan şey, ister yemek, ister safra, ister kan olsun, abdesti bozar. Balgam ise tükürük hükmünde olup abdesti bozmaz. Ağız dolusu sayılmanın ölçüsü, gelen kusmuğun zorlanmadan tutulamayacak bir durumda olmasıdır. Aynı mekanda gelip, toplamı ağız dolusu olan kusmukla da abdest bozulur (Merğinani, el-Hidaye, I, 14; Mevsıli, el-İhtiyar, I, 10). Şafiilere göre abdest sadece ön ve arkadan çıkan şeylerle bozulur. Bunların dışındaki yerlerden gelen sıvılar abdesti bozmaz. Dolayısıyla onlara göre, kusmakla abdest bozulmaz (Maverdi, el-Havi’l-Kebir, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1414/1994, I, 199-200).
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Kulak akıntısı abdesti bozar mı?

Bir ağrı ve sızı olmaksızın kulaktan, göbek ve gözden çıkan akıntı abdesti bozmaz. Akıntı ağrı ve sızıyla çıkarsa o zaman abdest bozulur. Zira ağrı yaranın varlığına delildir. Yaradan akan sıvı da abdesti bozar (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, I, 147).
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Evli bir kadın, eşinden boşanmadan başka bir erkekle evlenebilir mi?

Nikah, evlenme ehliyetine sahip ve aralarında evlenmelerine dinen bir engel bulunmayan bir kadınla bir erkeğin, şahitler huzurunda evlenme hususunda karşılıklı rızalarını beyan etmelerinden ibaret bir sözleşmedir. Böyle usulüne uygun bir nikahla evlenmiş olan bir kadın, evlendiği erkeğin kendisini boşaması veya ölümü gibi bir sebeple usulüne göre ayrılmadıkça, başka bir erkekle evlenemez (İbn Abidin, Reddu’l-muhtar, III, 29, İstanbul 1984; Vehbe Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami ve Edilletuhu, VII, 147, Dımaşk, 1985). Konu ile ilgili ayette şöyle buyrulmaktadır: “ (Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı. (Bunlar) üzerinize Allah’ın emri olarak yazılmıştır.” (Nisa, 4/24). Bu konuda özellikle iddet meselesine dikkat edilmesi gerekir. Şöyle ki; boşanma, evliliğin feshi ve ölüm gibi bir sebeple evliliğin sona ermesi durumunda, kadının yeni bir evlilik yapmadan önce iddet beklemesi gerekir
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

İki bayram arasında evlenmek caiz midir?

Ülkemizin bazı yörelerinde, Ramazan ile Kurban Bayramı arası kast edilerek “İki bayram arasında düğün yapılmaz ve nikah kıyılmaz.” denilmektedir. Bu sözün dini yönden hiçbir dayanağı bulunmamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ile Hz. Aişe (r.a.) de Şevval ayında evlenmişlerdir (Müslim, Nikah, 73). Şartlar ve imkanlar müsait olduğu zaman senenin bütün gün ve saatlerinde düğün yapılabilir, nikah kıyılabilir. Yani nikah için belli bir zaman ve vakit yoktur. Bu nedenle iki bayram arasında düğün yapmakta ve nikah kıydırmakta dinimiz açısından hiçbir sakınca bulunmamaktadır.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Vaktinde ödenmeyen sadaka-ı fıtır borcu nasıl ödenir?

Bütün ibadetlerde olduğu gibi sadaka-i fıtır yükümlülüğü de geciktirilmeyip zamanında yerine getirilmelidir. Bununla birlikte zamanında ödenmemişse, bu fitrelerin mümkün olan ilk fırsatta ödenmesi gerekir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Yurtdışında çalışan kişi, fitreyi Avrupa şartlarına göre mi yoksa Türkiye şartlarına göre mi verir?

Ülke ve bölgelere göre geçim standartları farklı olduğundan, sadaka-i fıtır mü- kellefinin kendi bulunduğu yere göre bir kişinin bir günlük normal gıda ihtiyacını kar- şılayacak miktar üzerinden sadaka-i fıtrını vermesi gerekir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Sadaka-i fıtır ne zaman verilir?

Sadaka-i fıtır, Ramazan Bayramı’nın birinci günü tan yerinin ağarmasıyla vacip olmakla birlikte, Ramazan ayı içinde de verilebilir. Hatta fakirlerin bayram ihtiyaçlarını karşılamaları için, bayramdan önce verilmesi daha iyidir. Ancak Bayram sabahına kadar sadaka-i fıtır verilmemiş ise, Bayram günlerinde ödenmesi gerekir. Zamanında ödenmeyip sonraya kalan fitreler ise, mümkün olan ilk fırsatta ödenmelidir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Sadaka-i fıtır ne demektir?

Halk arasında fitre denilen sadaka-i fıtır, Ramazan ayının sonuna yetişen ve aslî ihtiyaçlarından başka nisap miktarı mala sahip bulunan her Müslüman'ın vermesi vacip olan mali bir ibadettir. Sadaka-i fıtır, insan fıtratındaki yardımlaşma ve dayanışmanın bir gereği olarak insan bedeninin zekâtı kabul edilmiştir. Bu nedenle sadaka-i fıtr’a, “can sadakası” veya “beden sadakası” da denilmektedir. Diğer taraftan fitre, yoksulların ihtiyaçları- nın giderilmesinde, bayram gününün neşesinden onların da istifade etmelerinde önemli bir rol oynar.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır. sadaka i fitir, fitir sadakasi, fıtır sadakası miktarı, fıtr sadakası

Zekât verilen kişinin zengin olduğu ortaya çıkarsa ne yapmak gerekir?

Zekât mükellefi, kime zekât verdiğini araştırmalıdır. Araştırma sonucu zekât verilebilecek kişilerden olduğu kanaatine vardığı birisine zekât verir. Daha sonra bu kimsenin zekât verilecek kişilerden olmadığı ortaya çıkarsa, zekâtı geçerli olur. Araş- tırma yapmaksızın zekât verir ve daha sonra bu kimsenin zekât verilebilecek kişilerden olduğu ortaya çıkarsa, zekâtı geçerli olur; ancak böyle olmadığı anlaşılırsa, zekâtı geçerli olmaz, yeniden vermesi gerekir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Damat ve geline zekât verilebilir mi?

Fakir olan damada zekât verilebilir. Koca eşine bakmakla yükümlü olduğundan, kişinin gelinine zekât vermesi dolaylı olarak kendi oğluna zekât vermesi gibidir. Bu itibarla, geline zekât vermek -geçerli olmakla birlikte- uygun değildir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.

Üvey anne, üvey baba ve üvey çocuklara zekât verilebilir mi?

Kocası ölmüş ise üvey anneye, buluğ çağına erişip evden ayrılmış ise üvey çocuklara ve üvey babaya, fakir olmaları halinde zekât verilebilir. Çünkü bunlarla zekâtı veren kişi arsında usul ve füru ilişkisi olmadığı gibi, zekât veren şahıs bunlara bakmakla yükümlü de değildir.
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkalığı'nın sitesinden alınmıştır.