27 Nisan 2013 Cumartesi

Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi?


Ebû Mûsâ radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana hitâben:
– “Cennet hazinelerinden bir hazineyi sana bildireyim mi?” buyurdu. Ben de:
– Evet, Yâ Resûlallah, bildir, dedim. Şöyle buyurdu:
– “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh"

Anlamı: Günahtan kaçacak güç, ibadet edecek kuvvet ancak ALLAH’ın yardımıyla kazanılabilir

Açıklama:
Bu hadîs-i şerîfin hoş bir hikâyesi vardır. Bilindiği üzere bir hadisin Efendimiz tarafından söylenmesine sebep olan hâdiseye sebeb-i vürûd denir. Hayber Gazvesi dönüşünde ashâb-ı kirâm efendilerimiz bir tepeye çıktıklarında veya bir vâdiye indiklerinde içlerinden gelen bir coşkuyla ve var güçleriyle ALLAHü ekber diye tekbir, lâ ilâhe illallah diye tehlil getiriyorlardı. Medine’yi görünce, belki de sevinip heyecanlandıkları için “ALLAHü ekber ALLAHü ekber, lâ ilâhe illallahu vallâhü ekber”dedikleri de belirtilmektedir. Gördüğü her yanlışı hemen düzelterek sahâbîlerine doğru olanı öğreten Efendimiz: “Ey İnsanlar!” diye seslendikten sonra, “Kendinize acıyın. Siz ne sağıra sesleniyorsunuz ne de yanınızda bulunmayan birine. Sizi çok iyi duyan ve yanınızda bulunan birine dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir”buyurdu. Hadisimizin râvisi Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretleri Resûlullah Efendimiz’in bindiği hayvanın arkasında bulunuyor, o da içinden, bazı rivayetlere göre ise Efendimiz’in duyacağı bir sesle “lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” diyordu. Peygamber Efendimiz ona iltifat buyurarak, hadîs-i şerîfte okuduğumuz şekilde kendisiyle sohbet etti.
“Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” zikrini, kötülüklerden korunmak, iyilik yapmaya güç yetirmek ancak ALLAH’ın yardımıyla mümkün olur” diye de tercüme etmek mümkündür. Kısaca havkale diye de ifade edilen bu cümle, ALLAH istemedikçe insanın en küçük bir hareket yapamayacağını, bir halden bir başka hale geçemeyeceğini, hatta zihninden bir fikri geçiremeyeceğini pek güzel ifade etmektedir.
Efendimiz bu zikrin “cennet hazinelerinden bir hazine” olduğunu söylemekle, sevabının çokluğunu ve bunu söyleyen kimse için o sevabın cennette biriktirildiğini anlatmak istemiş olabileceği gibi, insanların gözünde defineler, hazineler nasıl değerli ise, herkesin önemini görüp farkedemediği bu zikir de öylesine değerlidir demek istemiş olabilir.

Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük.


26 Nisan 2013 Cuma

Göz değmesine karşı nazar boncuğu takmak caiz midir?

Tüm tedavi ve korunma yöntem ve sebeplerine başvurduktan sonra sonucu yüce ALLAH’tan beklemek İslam inancının gereğidir. İslam inancında, nihai etkiyi ALLAH’tan başkasına atfeden tutum, davranış ve inanışlar yasaklanmıştır. Bu sebeple nazar boncuğu ve benzeri şeylerin, bunlardan medet ummak amacıyla boyuna veya herhangi bir yere takılması caiz değildir.

 Bu tür davranışlarda bulunanlar hakkında Rasulüllah (s.a.s.) “Kim nazarlık takarsa ALLAH onun işini tamama erdirmesin” (Ahmet b. Hanbel, Müsned, IV, 154) buyurmuştur.

Diğer bir hadiste ise nazarlık takan ve nazarlığa koruyucu etki atfeden kimsenin ALLAH’a ortak koşmuş olacağını ifade edilmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 156).

Nazardan korunmak için böyle hurafeleri terk edip Hz. Peygamber (s.a.s.)’in öğrettiği duaları yapmak gerekir (Buhari, Tıb 37; Tirmizi, Tıb 16; İbn Mace, Tıb 32; bkz. Tecrid-i Sarih Tercemesi, 12/90).

Bu çerçevede felak ve nas sureleri yanında Hz. Peygamber (s.a.s.)’in torunlarına yaptığı şu dua da okunmalıdır: “Her türlü şeytan ve zehirli hayvanlardan ve bütün kem gözlerden ALLAH’ın eksiksiz kelimelerine sığınırım” (İbn Mace, Tıb 36).

Din İşleri Yüksek Kurulu

Arama etiketlerimiz;
nazar boncuğu günah mı, nazar boncuğu takmak günah mı

Sol elle yemek yemek ve diğer işleri yapmakta bir sakınca var mıdır?


Ümmetine, faydalı ve güzel olan adabı öğreten Hz. Peygamber (s.a.s.) camiye girmek, yemek yemek, elbise giymek gibi işlerde sağı kullanmayı, tuvalete girmek, sümkürmek ve camiden çıkmak gibi işlerde ise solu kullanmayı tavsiye etmiştir.

Bu bağlamda “Biriniz mescide girdiğinde sağ ayağıyla girsin, mescitten çıktığında da sol ayağı ile çıksın.” (Hakim, el-Müstedrek, I, 218);

“Biriniz yemek yediği zaman sağ eliyle yesin; su içtiği zaman da sağ eliyle içsin! Çünkü şeytan sol eliyle yer; sol eliyle içer.” (Müslim, Eşribe, 13) buyurmuştur.

Hz. Aişe de, Rasulüllah’ın (s.a.s.) ayakkabı giymesinde, saçını taramasında ve benzeri bütün işlerinde olabildiğince sağdan başlamayı sevdiğini haber vermiştir (Buhari, Et’ime, 4).

Bu bilgilerden hareketle bazı alimler bu gibi işlerde sağ eli kullanma ve sağdan başlamanın sünnet hükmünde olduğunu belirtmişlerdir (Kasani, Bedaiu’s-sanai, I, 22; İbn Hacer, Fethu’l-Bari, IX, 526; İbn Battal, Şerhu Sahihi’l-Buhari, IX, 462).

Diğer bazı alimler ise, sağ eli kullanmanın mendup, sol eli kullanmanın tenzihen mekruh olduğunu söylemişlerdir (Nevevi, el-Mecmu’, I, 384).

Alimlerin çoğu ise, bu emirlerin nedbe delalet ettiğini belirterek, Peygamberimiz (s.a.s.)’in sağ ile başlamayı sevmesinin, müstehaplık ifade ettiğini, bunun müekket sünnet olmadığını belirtmişlerdir. Buna göre, zaruret ve ihtiyaç halinde sol el de kullanılabilir (Ali el-Kari, Mirkatü’l-mefatih, XII, 419; Şevkani, Neylü’l-evtar, VIII, 160).

Din İşleri Yüksek Kurulu


Arama etiketleri;
sol el ile yemek günah mı sol elle yemek günah mı

Kul hakkı nasıl ödenir? Kul hakkı yemenin hükmü nedir?





Hz. Peygamber (s.a.s.), üzerinde kul hakkı bulunan kişilerin, hak sahibi olan mazlumlardan helallik almalarını öğütlemiştir. Bunun yapılmaması durumunda haksızlık yapan kişinin salih amellerinin, haksızlığı ölçüsünde alınarak hak sahibine verileceğini, eğer verilecek salih amel bulunamazsa o zaman da mazlumun günahlarının zalime yükleneceğini belirtir (Buhari, Mezalim, 10). 

Yine Peygamberimiz (s.a.s.), imkanı olduğu halde zamanı gelmiş bir borcu ödemeyenlerin kul hakkını ihlal ettiğini şöyle ifade eder: “Ödeme gücü olan zengin kişinin, ödemeyi ertelemesi zulümdür” (Buhari, Havale, 1). 

Görüldüğü üzere kul hakkı, kişinin Cennet ya da Cehennem’e gidişinde önemli ölçüde belirleyici bir rol oynamaktadır. ALLAH’ın huzuruna kul hakkı ile çıkmanın, çok ağır bir vebali vardır. Çünkü böyle bir günahın ALLAH tarafından bağışlanması, hak sahibinin affetmesi şartına bağlanmıştır. Hak sahibi, hakkını almadıkça veya bu hakkından vazgeçmedikçe, ALLAH kul hakkı yiyenin bu günahını affetmemektedir. Çünkü ilahi adalet, bunu gerektirir. 

Veda hutbesinde Rasulüllah (s.a.s.) “Ey insanlar, sizin canlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız, rabbinize kavuşuncaya kadar birbirinize haramdır (dokunulmazdır)” (Buhari, Hacc, 132) buyurmuştur. Buna göre, gasp, hırsızlık veya izinsiz alma gibi yollarla elde edilen haram para veya mal, sahipleri biliniyor ise kendilerine yahut mirasçılarına, bilinmiyor ise fakirlere veya hayır kurumlarına onların namına sadaka olarak verilmelidir. 

Ayrıca, yapılan bu kusurlardan dolayı da ALLAH’tan af ve mağfiret dilenmelidir. Mal ya da darp gibi şeylerle ilgili olmayan gıybet, bühtan gibi hak ihlallerinde en doğrusu, hak sahibine durumu anlatıp helalleşmek olmakla beraber, her zaman bu şartı yerine getirmek mümkün olmadığından ya da insanlar bundan çekindiklerinden, kendi adına tövbe edip, hak sahibi namına da istiğfar etmek, dua etmek ya da hayır hasenat yaparak sevabını ona bağışlamak, bu tür hak ihlallerine keffaret olur (Maverdi, el-Havi, I, 107; İbn Teymiyye, el-Fetava’l-Kübra, I, 113).

Din İşleri Yüksek Kurulu

Köşk verileceğine kefilim



Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Ben, haklı olduğu hâlde bile çekişmeyi bırakan kimse için cennetin avlusunda bir köşk, şaka da olsa, yalan söylemekten kaçınan kimse için cennetin ortasında bir köşk ve ahlâkı güzel olan kimse için de cennetin en yüksek yerinde bir köşk verileceğine kefilim.” 

(Ebû Davûd, Edeb, 7, V, 150)
Ebu Ümâme radıyallahu anh rivayet etmiştir

Faziletli zikir sübhânallah



Sa‘d İbni Ebû Vakkâs radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunuyorduk. Bize:
– “Sizden biri her gün bin sevap kazanmaktan âciz midir?” diye sordu. Yanında oturanlardan biri:
– Bir kimse her gün bin sevabı nasıl kazanır? diye sordu. Resûl–i Ekrem şöyle buyurdu:
“Yüz defa sübhânallah der, ona bin iyilik yazılır veya bin günahı bağışlanır.”

Kaynak: Müslim, Zikir, 37 - Tirmizi, Daavât, 58


Açıklamalar: Peygamber Efendimiz ashâbına önemli bir şey söyleyeceği zaman, onların ilgisini çekecek sorular sorar ve böylece sözünü dikkatle dinlemelerini sağlardı. Her gün bin sevap kazanmak ashâb-ı kirâmın arayıp da bulamayacağı bir nimetti. Ama bu kadar çok sevap bir günde nasıl kazanılırdı? İnsan bir gün gibi kısa bir zamanda kendisine bin sevap kazandıracak birçok iyiliği nasıl yapabilir? Nitekim orada bulunanlardan biri bunu merakla sordu.

Bir iyiliğe on sevap verileceği bir ilâhî kanun olup bunu bizzat Cenâb-ı Hak "İyilik edene, yaptığı iyiliğin on misli mükâfat verilir. Kötülük yapan da yaptığının dengiyle cezalandırılır" [En`âm sûresi (6), 160] âyet-i kerîmesiyle haber vermiştir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu kanuna dayanarak “yüz defa sübhânallah diyene bin sevap yazılacağını” veya o kimsenin ALLAH hakkı ile ilgili günahlarından bin tanesinin bağışlanacağını belirtmiştir. Hadisin bazı rivayetlerinde veya yerine ve dendiği görülmektedir ki, bu takdirde günde yüz defa sübhânallah diyen kimseye, vadedilen bu mükâfatların ikisi birden verilecektir.
Yapılan bir iyiliğe on sevap verilmesi, ALLAH Teâlâ’nın kullarına vadettiği mükâfatın en aşağı derecesidir. Şayet Cenâb-ı Hak kulun davranışından ve samimiyetinden hoşnut olursa, onun yaptığı iyiliği yedi yüz misliyle, hatta kat kat fazlasıyla değerlendirir.

Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük.

22 Nisan 2013 Pazartesi

Güzel ahlaklı olmanın fazileti


Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Bir mü’min, güzel ahlâkı sayesinde, gündüz oruç tutup gece namaz kılan kimselerin derecesine ulaşır.”

Kaynak: Ebû Dâvûd, Edeb 7. Ayrıca bk. Tirmizî, Birr 62.
Rivayet Eden: Âişe radıyallahu anh


Açıklamalar: İbadetler genel olarak farz ve nâfile olmak üzere ikiye ayrılır. Farz ibadetler, yapılmasını ALLAH Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de emrettiği ibadetler olup onları her mü’minin bizzat îfâ etmesi gerekir. Farzların yerini tutacak başka bir ibadet veya hayır yoktur. İnsanın dünya kadar serveti olsa ve bu servetinin tamamını, kılamadığı iki rekâtlık bir farz için harcasa, ALLAH Teâlâ affetmedikçe, yine de borcunu ödemiş sayılmaz. Bu sebeple hadisimizde sözü edilen oruç ve namaz, yapmaya mecbur olmadığımız halde, ALLAH rızâsını kazanmak için fazladan tuttuğumuz (nâfile) oruç ve kıldığımız namazlardır. Peygamber Efendimiz iyi huyun ALLAH katında çok değerli olduğunu anlatmak için onu nâfile olarak tutulan oruç ve geceleri kılınan nâfile namaz ile bir tutmuştur.

Gece ibadetlerinin en makbûlü, uykunun en tatlı zamanında kalkıp ALLAH rızâsı için teheccüd namazı kılmaktır. Gündüz ibadetlerinin en makbûlü ise, yazın sıcağına aldırmadan, dili damağı kuruyarak oruç tutmaktır. Nitekim İmâm Mâlik’in Muvatta’ında, hadisimizdeki “gündüz oruç tutan kimse” yerine öğle sıcağında dili damağına yapışarak oruç tutan kimse ifadesi yer almaktadır (Hüsnü’l-huluk 6).

Kısaca belirtmek gerekirse, bir kimse insanlarla güzel geçinerek yani onlara iyilik ederek, merhametli davranarak, kibirlenmeyerek, şiddet göstermeyerek, öfkelenmeyerek, zarar vermekten sakınarak, verdikleri sıkıntılara, yaptıkları kötülüklere sabrederek ve güler yüzlü davranarak büyük sevaplar kazanır.

Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük.

Fal baktırmak günah mıdır?



Bugüne kadar bu büyük günahı işleyenler biran önce tövbe edip, doğru yola girsinler..

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 

"... fala bakan veya baktıran, sihir yapan veya yaptıran bizden değildir. Kim bir falcıya gider de söylediğine inanırsa o kimse Muhammed (s.a.v.)'e indirileni inkar etmiş olur."

#hadis (Mecme'uz-Zevâid, c.V, s.117. (Hadisi Bezzar, İmran İbn-i Husayn'dan rivayet etmiştir.)

 Açıklamalar: Büyü, sihir ve falcılık gibi büyük bir günah; şaka ile veya öylesine gerekçelerle kesinlikle işlenemez. Yapanlarda tevbe etmelidir, ALLAH'tan af dilemelidir. Falcılık denince, çeşitli tekniklerle gelecekten ve bilinmeyenden haber verme, gizli kişilik özelliklerini ortaya çıkarma sanatı kastedilir. İnsanoğlu tarih boyunca gerek kendisiyle gerekse çevresiyle ilgili bilinmezleri anlayıp keşfetmeye, geleceği hakkında bilgi sahibi olmaya ve böylece kendi kaderine hükmetmeye çalışmıştır. Şüphesiz ki bunda, bilinmeyene ve esrarengiz olana karşı duyulan merak ve tecessüsün de önemli payı vardır. Bunun için de insanlar ilk dönemlerden itibaren gizli yönleriyle ve gelecekleriyle ilgili olarak ileri sürülen iddia ve ipuçlarına karşı ilgisiz kalamamış, onun bu özelliği sihir, büyü, fal, kehanet gibi uğraşıların toplumda yer edinmesine ve revaç bulmasına zemin hazırlamıştır. Diğer bir ifadeyle, zaman içinde insanların gayba, bilinmeze ve gizemliye olan ihtiyacını ve eğilimini karşılamak üzere bu işi meslek edinenler çıkmış ve bunlar toplumda büyük itibar görmüşlerdir. Neticede kâhin, sihirbaz, büyücü, falcı, bakıcı gibi isimlerle anılan bu kişiler mistik sezgi güçlerinin bulunduğunu, görünmez varlıklarla temasa geçtiklerini ve sıradan insanların bilemediği bazı bilgilere sahip olduklarını ileri sürmüşlerdir. Bazı alet ve vasıtalarla veya bazı yöntemlerle içinde insanların kişilikleri ve gelecekleri hakkında tahmin ve yorumda bulunmayı, gelecekten haber vermeyi konu alan falcılık da bu uğraşların başında gelir. Konu, gaybdan haber verme, bilinmez etrafında mistik ve kutsal bir otorite oluşturma, tevhid inancını gölgeleme, insanların ilgi ve ümitlerini sömürme gibi birçok açıdan dinî bilgi ve geleneği ilgilendirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de hem duyulur âlemin hem de duyular ötese âlemin mutlak hâkimiyetinin ALLAH'a ait olduğu bildirilir (ez-Zümer 39/46; et-Talâk 65/12) ve Câhiliye dönemi âdetlerinden biri olan şans okları ile (ezlâm) fal tutup kısmet arama şiddetle yasaklanır (el-Mâide 5/3). Hadislerde de kehanet yasaklanmış, bazı adlandırma ve eşyadan, hayvanların hareketlerinden uğursuz anlamlar çıkarma yahut çakıl taşı, nohut, bakla gibi nesnelerle veya bazı yöntemlerle falcılık da bu kapsamda görülerek yasaklanmıştır (Ebû Dâvûd, "Tıb", 23). Bir başka hadiste de fal ve benzeri işlemlerin sonuçlarına itibar ederek bunlara inananların Muhammed'e indirileni inkâr etmiş sayılacağı, namazlarının kırk gün kabul edilmeyeceği şeklinde şiddetli bir uyarı gelmiştir (Müslim, "Selâm", 125; İbn Mâce, "Tahâret", 122). Bunun için de İslâm'da, ALLAH'ın mutlak hâkimiyetine ve birliğine olan inancı zedeleyen, putlarla istişare etme, onlardan yardım bekleme gibi Câhiliye âdeti izleri taşıyan, insanı gerçek bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü faaliyet bâtıl görülmüş, fal ve falcılıkla ilgili işlemler de bu kapsamda mütalaa edilerek yasaklanmıştır. Hz. Peygamber'den yapılan bazı rivayetlerden (Buhârî, "Tıb", 42; Müslim, "Selâm", 110-119), onun gelecek hakkında bazı karînelere dayanarak iyimser tahmin ve yorumda bulunmayı tasvip ettiği, fakat geleceğe dair bilgi sağlamayı, buna dayanarak da ümitsizlik veya uğursuzluk hislerine kapılmayı doğru görmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, insanların etrafındaki çeşitli olay ve eşyaya uğursuzluk atfetmesini kınayarak, "Sizden biri hoşlanmadığı bir şeyi gördüğünde, `ALLAHım! İyilikleri yalnız sen verir, kötülükleri de yalnız sen defedersin, senden başka güç ve kuvvet sahibi yoktur' desin" (Ebû Dâvûd, "Tıb", 24) buyurmuştur. İnsanı sebeplere sarılmaktan alıkoyan uğur ve uğursuzluk anlayışı, Hz. Peygamber'in tebliğ ettiği İslâmî öğretiye ters düşmektedir. Çünkü İslâm'da insanın iradesi, gücü ve teşebbüsü sorumluluğun temelini oluşturur. Uğursuzluk inancının yasak kılınmasındaki asıl sebep de, buna inanan kişinin kendi irade ve gücünü inkâr yanında, yaratmayı ALLAH'a değil, bizzat uğursuz saydığı varlığa nisbet etmesidir. Fal ve falcılık da bu yanlış anlayışın bir başka yönünü teşkil eder. Âyet ve hadislerde gaybı bilme, insanın kaderini değiştirme ve geleceğini görme iddiası taşıyan, ALLAH'tan başka varlıklardan yardım alma gayesi güden, insanları sağlam bilgi kaynaklarına ve gerçek sebeplere başvurmaktan alıkoyan her türlü hurafe, bâtıl inanç ve uygulama yasaklanmıştır. Bu sebeple de çeşitli kültürlerde birçok tarz ve yöntemiyle yaygınlık kazanmış bulunan her türüyle fal ve falcılık, meselâ tuz falı, kahve falı, kurşun dök-me, el içi falı, Kur'an ve kitap falı İslâm'ın inanç ve bilgi sistemine uymaz.
 
Bu bilgiler Diyanet İşleri Başkanlığı sitesinden alınmıştır.

Arama etiketleri;
fal baktırmak istiyorum, 
kahve falı günahmı, fal baktırmak günah mı, kahve falı günahmıdır

15 Nisan 2013 Pazartesi

Dinini küçük bir dünyalığa satmak


Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: 
“Yararlı işler görmekte acele ediniz. Zira yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dinini küçük bir dünyalığa satar.”

 Açıklamalar: Faydalı işler ve hizmetlerde gözü açık davranmak, fırsatları anında değerlendirmek, bu konuda sür’at göstermek yüce dinimizin tavsiye ettiği yegâne aceleciliktir. Zira halkımızın isâbetle belirttiği gibi, “Elden kalan elli gün kalır” “İyilerin tenbelliği, kötülerin faaliyetidir.” İyilik yapmayı, faydalı iş görmeyi nefis ve şeytan istemez, bu onlara çok ağır gelir. Onun için de bu tür işlerin daima tehir edilmesini isterler. Oysa gelecek günlerin neler getireceği hiç belli olmaz. Hadisimizde bu noktaya dikkat çekilmekte, her şeyi kopkoyu bir karanlık içinde tanınmaz hale sokarak birtakım büyük fitnelerin ortaya çıkmasından önce, iyi şeyler yapmaya bakmak gerektiği hatırlatılmaktadır. Olumsuzluklar o noktaya varabilir, ortalık öylesine allak-bullak olabilir ki, Allah korusun, insan mü’min olarak sabahlamışken o günün akşamına kâfir olarak girer veya mü’min olarak girdiği gecenin sabahına kâfir olarak çıkar. Bu, tam anlamıyla bir fitne ve kargaşa ortamıdır. Böyle bir zeminde kimse ne yaptığını, ne yapması lâzım geldiğini bilemez. Din gibi, iman gibi dünyalara değişilemeyecek kutsal değerler, küçük dünyevî karşılıklara satılır, peşkeş çekilir. Öz değerlere yabancı ve düşman sistemlerin hükmü altında kalınabilir. İşte bu noktada iman, işportaya düşmüş demektir; kafa, gönül ve evlerde irtidat havası esmeye başlamış demektir. Müslümanlar böylesine acılı günleri tarih boyu yer yer yaşayagelmişlerdir. Hadiste haber verilen fitneler bir kaç şekilde tezâhür edebilir: * İki müslüman grup arasında sırf ırkçılık ve kızgınlık sebebiyle çatışma çıkar. Karşılıklı olarak can ve mala tecâvüzü helâl sayarlar. * Yöneticiler zâlim kimseler olur, müslümanların kanını döker, mallarını gasbeder, içki içerler. Bazı kişiler de onların haklı olduklarını savunurlar. Hatta bazı âlim geçinen kişiler, onların işledikleri bu tür haramların işlenebileceğine fetvâ verirler. * İnsanlar arasında dine muhalif ilişkiler, alış-verişler vs. cereyan eder. Bunları helâl sayarlar. Bunlar ve daha sıralanabilecek diğer görüntüler, farkedileceği gibi tamamen kişinin din ve imanına dokunur. Fitne de zâten din ve imanın tehlikeyle yüzyüze kalmasıdır. Sabah-akşam, iman-küfür arasında gelip gitmeye vesile olacak fitne ortamlarına düşmemek için daha önceden iyi işler işlemeye gayret etmek, iman uyanıklığının işareti ve tabiî bir gereğidir.

Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük.

Körlük imtihanı


Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

 “ALLAH Teâlâ buyuruyor ki: “Kulumu, iki gözünü kör etmekle imtihan ettiğim zaman sabrederse, gözlerine karşılık olarak cenneti veririm.”

 Açıklamalar: Hadisimiz, sabredilmesi halinde cennetle karşılanacak bir musibeti daha bize tanıtmaktadır: Körlük.. Hadislerde gözler için habîbe ve kerîme kelimeleri kullanılmıştır. Çünkü insanın en kıymetli organı gözleridir. Bunun böyle olduğu, önceki hadiste tâun sebebiyle ölen sabırlı mü’mine ALLAH Teâlâ’nın va’dettiği cennetin, bu hadîs-i kudsîde körlükle imtihan olunan mü’mine vadedilmesinden anlaşılmaktadır. Zira bedeli aynı olan iki şey arasında değer açısından eşitlik değilse bile yakınlık var demektir. Nitekim Bezzâr’ın naklettiği bir hadîs-i şerîfte: “Hiçbir kul, dininden dönmesi hâriç, gözlerini kaybetmekten daha ağır bir belâya uğramış değildir” buyurulmuştur. (Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, VII, 81). Kaybedilen nimetin kıymeti ölçüsünde onun yokluğuna sabretmenin güçlüğü ve buna bağlı olarak değeri de artmaktadır. Bu sebeple hadisimizde, iki gözünü kaybettiği halde şikâyet etmeyip sabredebilen kişiye ALLAH Teâlâ cennetini vereceğini bildirmektedir. Cennet ucuz olmadığına göre, gözlerin kaybına sabretmek, zoru belki de en zoru başarmak demektir. Bunu, “Gerçek sabır, ilk karşılaşma anında belâya sabretmektir” hadisi ile irtibatlandıracak olursak, özellikle gözlerini kaybettiği ilk anlarda sabretmenin daha büyük önem arzettiği anlaşılacaktır. Daha sonraları çâresizlikten ileri gelen bir katlanma sabır olarak değerlendirilemez. Şuna da işaret edelim ki gözlerimizle dünyadan faydalanmak büyük bir bahtiyarlıktır. Fakat bu fayda insan ömrüyle sınırlıdır. ALLAH Teâlâ’nın bedel olarak vereceğini bildirdiği cennet ise, sınırsızdır ve tabiî oradaki bahtiyarlık da sonsuzdur. O halde bu kudsî hadis en büyük bedelin, gözlerinin kaybına sabredebilen mü’mine verileceğini müjdelemektedir. Netice olarak hadisimiz, “Tüm çâresizliklerin gerçek çâresi sabırdır” mesajını vermektedir

Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük.

13 Nisan 2013 Cumartesi

ALLAH böyle yazmış, ben ne yapayım? demek doğru mudur?

Kader konusunda daha detaylı bilgi almak için Kadereiman.com adlı siteyi ziyaret etmenizi öneririz.


“ALLAH böyle yazmış, ben ne yapayım? “ demek doğru mudur?

 Cevap: Kader ve kazaya inanmak iman esaslarındandır. Ancak insanlar kaderi bahane ederek, kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Bir insan “ALLAH böyle yazmış, alın yazım buymuş, bu şekilde takdir etmiş, ben ne yapayım? “ diyerek günah işleyemeyeceği gibi, günah işledikten sonra da kendisini suçsuz gösteremez, kaderi mazeret olarak ileri süremez. Çünkü bu fiiller, insanlar böyle tercih ettikleri için, bu seçime uygun olarak ALLAH tarafından yaratılmışlardır. Burada dileyen, tercih eden, isteyen kuldur; yaratan da ALLAH’tır. Kul sorumluluk doğuran fiilleri irade edendir ama yaratan değildir; zira yaratmak ALLAH’a mahsustur. Kur’an-ı Kerim’de: “ALLAH her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am, 6/102) buyrulmaktadır. Her şeyin yaratıcısının ALLAH olması bizim kötü ve yanlış işleri, sorumluluktan kaçarak ALLAH’a havale etmemize yol açmamalıdır. Bu kaderi istismar etmek olur. Ayrıca kader ve kazaya güvenip çalışmayı bırakmak, olumlu sonucun sağlanması ya da olumsuz sonuçların önlenmesi için gerekli sebeplere sarılmamak ve tedbirleri almamak, İslam’ın kader anlayışı ile bağdaşmaz. ALLAH her şeyi birtakım sebeplere bağlamıştır. İnsan bu sebepleri yerine getirirse ALLAH da o sebeplerin sonucunu yaratacaktır. Bu da bir ilahi kanundur ve bir kaderdir. Sonuç olarak insanların, “Ben ne yapayım, kaderim böyle.” demesi doğru değildir.

 
(Din İşleri Yüksek Kurulu)

12 Nisan 2013 Cuma

Besmelenin Fazileti

Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem her hayırlı işe besmele ile başlanmasını tavsiye etmiş ve "Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve sonu güdüktür" buyurmuştur (Aclûni, Keşfü'l-Hafa, II,174).

Rahman ve Rahim olan ALLAH'ın adıyla anlamına gelen "Bismillâhirrahmânirrahîm" âyetinin adıdır. Besmeleye "ALLAH'ın adını anmak" anlamına gelen "tesmiye" de denir. Besmele, Neml sûresinin 30. âyetinin bir bölümü ve Fâtiha sûresinin ilk âyetidir. Tevbe sûresi hâriç diğer sûrelerin başında besmele yazılmıştır. Sûre başlarındaki besmeleler, müstakil birer âyettir. Ancak o sûreye dahil değildir. Kur'ân okumaya, bir şey yiyip içmeye ve bir işe başlanırken besmele çekilir. Kur'ân'da ALLAH'ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerinin yenmeyeceği bildirilmiştir (En'âm, 6/121). Besmele çeken insan; başka bir varlık adına değil sâdece ALLAH adına, O'nun rızası için ve O'nun izniyle başlıyorum, demiş olur. Besmelede Yüce Yaratıcının üç ismi geçmektedir: ALLAH, Rahman ve Rahim. Besmele çeken Kur'ân okumuş ve ALLAH'ı anmış olur. (DiyanetİşleriBaşkanlığı)

Yasin Suresinin Fazileti


Yasin Suresi hakkında Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

1) "Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi de Yâsin'dir. Kim Yâsin'i okursa, ALLAH onun okumasına, Kur'ân'ı on kere okumuş gibi sevap yazar" 

2) "Yâsin, Kur'ân'ın kalbidir. ALLAH'ı ve ahiret gününü arzu ederek Yâsin okuyan kimsenin geçmiş günahı affedilir. Onu ölülerinize okuyunuz" 

Kaynaklar:
1) (Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'n, 7; Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, 21).
2) (Ebû Davud Cenâiz 20; İbn Mace, Cenâiz 4; İbn Hanbel, Müsned V, 26, 27).

Bu hadislerden anlaşıldığı gibi, Yâsin'i okuyarak sevabını ölülerin ruhuna bağışlamak caizdir. Ancak Kur'ân'ın dirilere nâzil olduğu ve insanların, onun manasını anlayarak, emir ve yasaklarına uygun bir şekilde hayat sürdürmeleri için gönderildiği unutulmamalıdır. Ya Sin suresinin okunmasında büyük sevaplar ve faydalar vardır. ALLAH rızası için okuyup sevabını bir milyon kişiye de hediye etsek, onun sevabından bir şey noksan olmadan her biri için tam bir Ya Sin sevabı onların ruhlarına gider. Çünkü, Kur’an bir nurdur, nur ise bölünmez. Bir lambanın karşısında duran bir kişi ile bir milyon kişi arasında fark etmez, herkes tam bir lambaya sahip olarak onun ışığından istifade eder. Kur’an’ın nurundan istifade etmek de böyledir. ALLAH’ın rızası, bütün her şeyden daha üstündür. Onun için yaptığımız her şeyde ALLAH’ın rızasını esas almalıyız, diğer sevaplar, zaten -bu rıza çerçevesindeki samimiyetimize paralel olarak- gelecektir. (sorularlaislamiyet)

10 Nisan 2013 Çarşamba

Hayır konuşmak



Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"ALLAH'a ve ahiret gününe inanan kimse ya hayır konuşsun ya da sussun." 


 Tirmizî'nin İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'den yaptığı diğer bir rivayette, Resulullah: "Kim susarsa kurtulur" buyurmuştur.

 Açıklama: İnsanın her sözü kaydedilip yazıldığı ve kıyamet gününde her kelamdan hesap verileceği için, ahirete inananların , hesabı kolay olan hayır konuşmaları tavsiye edilmektedir. Yani, kişi konuşmak isteyince önce bir düşünmeli, söyleyeceği zarar getirmeyecekse konuşmalı, zarar getirecekse susmalıdır. Zarar getirmesi, harama, mekruha götürmesi veya fesada sebep olmasıdır. Öyle ise bu ihtimallerin bulunmayacağı veya hayrın açık ve belirgin olduğu söz söylenebilir. Hatta mübahda dahi sükut tavsiye edilmiştir. Çünkü o da mekruh ve hatta harama müncer olabilir. (harama götürebilir)

 Rivayet Eden: Ebu Hureyre (radıyallahu anh)
 Kaynak: [Tirmizî, Kıyamet 51, (2502)]

7 Nisan 2013 Pazar

Ayakta idrar yapmanın hükmü nedir?


Hz. Peygamber (s.a.s.)’in küçük abdest bozma konusundaki davranışları ile ilgili rivayetler, küçük abdesti (bevli) çömelerek yapmanın İslam adabından olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla bir engel olmaması halinde ayakta idrar yapmak tenzihen mekruh kabul edilmiştir (İbn Abidin, Reddü’l-muhtar, I, 229).

Zira ayakta idrar yapılırken idrar serpintisinde korunmak güçtür. Oysaki Peygamber Efendimiz (s.a.s.) idrardan sakınmayı emretmiş; kabir azabının çoğunun idrar serpintisinden dolayı olacağını haber vermiştir
(Buhari, Vudu 55, 56; İbn Mace, Tahara 26).

 Kişi, çömelmekte zorlanır ya da abdest bozacağı yer çömelmeye uygun olmazsa üzerine idrar sıçratmamaya özen göstererek ayakta idrar yapabilir.


Fetva: Din İşleri Yüksek Kurulu

Aramalar: ayakta idrar yapmak, ayakta idrar yapmak günah mı

Ezan duasının fazileti



Öncelikle siz kardeşlerimizden ricamız harflerin doğru okunuşlarını öğrenmenizdir. Bu duada olduğu gibi harflerin okunuşları farklıdır. O yüzden çevrenizde hafız yada hoca kardeşlerimizden doğru okunuşunu öğreniniz. Çünkü aşağıda latin harfler ile yazılan, arapça ile bir olmaz. Harflerin doğru çıkışını ve okunuşunu bilmeniz gerekir. Aksi halde anlamı değişir.


Peygamberimiz ezanı dinledikten sonra şu duayı okuyan kimseye şefaatinin hak olacağını bildirmiştir (Buhârî, "Ezân", 8):

Allâhümme rabbe hâzihi'd-da`veti't-tâmme ve's-salâti'l-kaime, âti Muhammeden el-vesîlete ve'l-fazîleh (ve'd-derecete'r-refîah). Veb`ashü makamen mahmûdeni'llezî va`adteh (İnneke lâ tuhlifü'l-mîâd).

"Ey şu eksiksiz mesajın ve kılınacak namazın Rabbi olan ALLAH'ım! Muhammed'e vesileyi ve fazileti (ve yüksek dereceyi) ver! Vaad ettiğin övülmüş makama yükselt (Sen vaadine muhalefet etmezsin)".

Cinsel ilişki öncesinde okunacak dua


Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Biriniz eşiyle birleşeceği zaman, "ALLAHım! Şeytanı bizden ve bize vereceğin çocuktan uzaklaştır" derse ve bu beraberlikten çocukları olursa, şeytan ona zarar veremez.”


Açıklama: Hadîs-i şerîf her şeyi ALLAH’ın yaptığına, hayrın da şerrin de O’ndan geldiğine gönülden inanmanın ve O’na teslim olmanın örneklerinden birini ortaya koymakta ve doğacak çocuklarının iyi bir müslüman olarak yetişmesini ve yaşamasını isteyen eşlerin cinsel temasta bulunmak istedikleri zaman, bunu Efendimiz’in öğrettiği şekilde Cenâb-ı Hak’tan niyâz etmelerini tavsiye etmektedir. 

Hadisimizdeki “biriniz eşiyle birleşeceği zaman” ifadesi, yukarıda kaynaklarını verdiğimiz bazı rivayetlerde “biriniz eşiyle birleşmek istediği zaman” şeklindedir. Böylece bu duanın birleşme esnasında değil, daha önce yapılacağı anlaşılmaktadır.

Şeytanın doğacak çocuğa zarar vermemesi sözü, bazı rivayetlerde “Şeytan ona ebediyyen zarar vermez” (Buhârî, Nikâh 66, Daavât 54, Tevhîd 13; Müslim, Nikâh 116), “Şeytan ona musallat olmaz” (Buhârî, Bed’ü’l-halk 11) şekillerinde daha kesin ifadelerle rivayet edilmiştir. Bununla beraber bu ifadeler, şeytanın doğacak o çocuğa hiçbir şekilde zarar vermeyeceği, onun yanına hiç yaklaşmayacağı anlamına gelmez. Zira şeytanın insanı baştan çıkarmak veya yaptığı ibadetleri tam bir şuur haliyle îfâ etmesine engel olmak için gönüllere verdiği vesveseden tamamiyle kurtulmak mümkün değildir. Muhtemelen bu ifadesiyle Resûl-i Ekrem Efendimiz, bazı âlimlerin söylediği gibi şeytanın, doğacak çocuğu çarpmayacağını, bedenine ve inancına zarar veremeyeceğini, birleşme sırasında kendilerine yaklaşma fırsatı bulamayacağını anlatmak istemiştir. Bir insan için hayatta en tehlikeli şey, imansız olarak ölmektir. Diğer bir ifadeyle şeytanın insana vereceği en büyük zarar, onu dininden ve imanından etmesidir. Belki de Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şeytanın vereceği zarar sözüyle bunu kastetmiştir. Şüphesiz her şey mutlak kudret sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Nitekim şeytana hitaben: “Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur” [Hicr sûresi (15), 42] buyurmaktadır. Dilerse kullarını ondan muhafaza buyurur. Kula düşen görev, dua ve niyazda bulunmaktır.


Ayrıca yine Hadîs-i şerîf şeytanın insana ana rahminden başlayarak ölün­ceye kadar musallat olduğuna işaret etmektedir. Şeytanın şerrinden ALLAH'a sığınarak ona duâ etmek ve Onun ismiyle teberrük eylemek, yapılan her işi ALLAH Teâlâ'nın müyesser kıl­dığını hatırlamak gerekir.


Rivayet: İbni Abbas radıyallahu anh

Kaynak: Buhârî, Vudû’ 8, Bed’ü’l-halk 11, Nikâh 66, Daavât 54, Tevhîd 13; Müslim, Nikâh 116. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Nikâh 45; Tirmizî, Nikâh 8 
Riyazü's Salihin - İmam Nevevi
Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük

cinsel ilişki öncesinde okunması gereken dua